Günlük | : | 83 |
Haftalık | : | 849 |
Aylık | : | 4975 |
Toplam | : | 384050 |
Bir gün hastalanıp ders okutmağa çıkamadı. Derste bahis, Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Îsâ’ya (a.s.) indirmiş olduğu: “Senden sonra bir peygamber gelir, ismi Paraklit’tir” hükmüne dayandı. Bu hususta pek çok münakaşalar ettik, fakat meseleyi halledemedik. Kalkıp üstadın evine geldim. Derste geçenleri ve Paraklit ismini sordum. Dedi ki:
- Hiçbirinizin söylediği hak değildir. Bu yüce ismi ancak ilimde çok ileri gitmiş âlimler bilir. Sizin ise ilimden nasibiniz pek azdır.
Üstadın ayaklarına kapanarak bu ismi açıklamasını istedim. Ağlayarak:
- Oğlum, vallahi bana olan iyi hizmetin, sevgin ve sadakatin cihetiyle seni çok severim. Evet, bu mübarek ismi bilmekte sayısız faydalar vardır. Lakin korkarım ki, saklamaz da söylersin, seni o dakikada öldürürler, dedi.
Merak ve heyecanım bir kat daha arttı; bu sırrı ifşa etmeyeceğime yemin ettim. Dedi ki:
- Oğlum, Bil ki “Paraklit” Müslümanların Peygamberi Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’in mübarek ismidir. Kendisine dördüncü kitap Kur’ân’ın verileceğini ve dininin hak dini, milletinin de İncil’de adı geçen ak millet olduğunu Danyal aleyhisselam haber vermiştir… Müslüman olan necat bulur, dünya ve ahrette kurtulur, dedi.
- Efendim, akıllı olan kimse en faziletli ve en hayırlı olan şey ne ise kendisi için onu seçer. Siz niçin Müslüman olmadınız? dedim.
- Oğlum, İslamiyet’in ve İslam peygamberinin şerefini, ihtiyarladıktan sonra anladım. Dünyaya muhabbet her günahın başıdır. Benim Hıristiyanlar yanında sahip olduğum itibarı ve mallarımı biliyorsun. Eğer bende Müslümanlığa birazcık meyil ve rağbet görseler yaşatmazlar, dedi. Bana İslam ülkesine gitmemi tavsiye etti ve elli altın yol harçlığı hediye etti. Tunus’a gittim ve Tunus Beyi Ebu’l-Abbas Ahmet huzurunda Müslüman oldum.
Ne mutlu İslamiyet'i seçenlere...
Yanımda, hazırladığım yemekten başka bir şey bulunmadığından, bu bana çok ağır geldi. Biraz ağırdan aldım. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tekrar: “Git, Ensâr’ın eşrâfından otuz kişiyi yemeğe davet et.” buyurdular.
Bunun üzerine gidip onları çağırdım, geldiler. Onlara: “Yemek yiyiniz.” buyurdular. Önlerindekinin ancak bir kısmını yiyebildiler! Bu mucizeyi görünce, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Resûlullah” olduğuna şehâdet ettiler ve henüz oradan ayrılmadan ona biat ettiler.
Peygamberimiz (s.a.v.), sonra yine “Git, Ensâr’ın eşrafından altmış kişiyi yemeğe davet et.” buyurdular. Vallahi, altmış kişi beni otuz kişiden daha çok korkuttu! Gidip onları da çağırdım, geldiler. Onlara: “Yemek yiyiniz.” buyurdular. Onlar da önlerinden ancak bir kısmını yiyebildiler! Bu mucizeyi görünce, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) “Resûlullah” olduğuna şahadet ettiler ve henüz oradan ayrılmadan ona biat ettiler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sonra yine:
“Git, Ensâr’ın eşrafından doksan kişiyi yemeğe davet et.”
buyurdular. Bu doksan kişi, beni, altmış ve otuz kişiden daha çok korkuttu. Onları da gidip çağırdım. Yemekten yediler. Onlar da önlerinden ancak bir kısmını yiyebildiler. Bu mucizeyi görünce, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) “Resûlüllah” olduğuna şahadet ve henüz oradan ayrılmadan ona biat ettiler.
İşte o zaman hazırladığım (iki zatın) bu yemeğinden hepsi Ensâr’dan olan yüz seksen zat yedi.” Radıyallâhu anhüm. (Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr)
“Neden diye sordum? Sorun ne? Bilmek istiyorum”. “Bilmiyorum” dedi. “İçimde anlam veremediğim bir soğukluk var sanki”. Tamam dedim ve o gün boşanmaya karar verdik. Sonra düşününce, bunun şeytandan olabileceği aklıma geldi. Allah Resulü (s.a.v), Bakara Suresi okunan eve şeytanın giremeyeceğini haber vermişti. ‘Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz! Muhakkak şeytan, içinde Bakara Suresi okunan evden kaçar!’ (Müslim 780/212, Tirmizi 3036) Ertesi günden itibaren 3 gün boyunca Bakara Suresini sesli olarak açıp dinledim, ama eşime bir şey demedim. Bu arada, boşanma isteği sonrasını konuşmaya devam ediyorum. 3. gün eşimi işe yolladım ve yine Bakara Suresini açtım. Saat 11 gibi Sure bitti. 12 civarı eşim aradı ve: “Akşam boşanma işini yeniden konuşalım” dedi. Akşam oldu. Yemeğimizi yedik. Eşim bana dedi ki; “Bugün bana bir şey oldu. Sanki karanlık bir kuyudaydım ve o kuyudan çıktım. Bir düğüm çözemediğim ve o düğüm çözüldü” Beni çok sevdiğini söyledi. Af diledi. Sanki o gitmiş yerine bambaşka biri gelmişti.” Allahu ekber! Nasıl ağlamayalım, kalbimiz nasıl coşmasın kardeşlerim. Bu Kur’an bir şifa kitabı. Her ne sıkıntınız varsa ona deva. Yeter ki, hakkıyla iman edelim. Yeter ki, ihmal etmeyelim, unutmayalım Rabbimizi. Ve düşündüm; Bir evde sürekli haram görüntüler izleniyorsa, çirkin sözlü müzikler dinleniyorsa, o evde Allah’a secde edilmiyor, Allah’ın
zikri geçmiyorsa, Kur’an tozlu raflarda kalmışsa, o evi şeytanlar mesken tutmaz mı?
Evinize huzur veren bir şeyler yapın. Namaz kılın, Allah’ı sık sık zikredin. Sesli Kur’an dinleyin. Fe firrû ilâllâh! Allah’a koşun, Allah’a sığının!..
I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasını takiben, yöreden göç ettirilen Ermenilerin, Fransızlar desteğinde geri döneceği ve yöreyi işgal edeceği söylentilerinin yayılması, dehşet verici olayları yaşayan ve bu Ermeniler döndüğü takdirde aynı dehşeti bir kere daha yaşayacağının bilincinde olan, Türk halkını endişeye sevk etmişti.
Nihayet, 11 Aralık 1918’de, Dörtyol’u işgal eden Fransızlar, bu işgalde dört yüz Ermeni’den oluşan bir Fransız taburundan faydalanmışlardı. Bu işgal birliğine bağlı erler, Türklere ait on iki evi basarak eşya ve paralarını gasp etmiş, bir kadını boğazından yaralamış ve Osmanlı jandarmasını kasabadan çıkarmışlardı.
Ermeni şiddet hareketlerinin daha önceleri Türkler arasında yol açtığı hoşnutsuzluk, Ermenilerin, Fransızlar desteğinde, bölgeyi işgal edeceği söylentilerinin yayılması ve gerçekten de, Fransızların, işgal sırasında, Fransız askeri üniforması giydirdikleri Ermenilere, işgal kuvvetleri arasında yer vermeleri ve bunların işgalle birlikte hakaret, gasp ve yaralama olaylarına girişmeleri, Türk ve Müslüman halkın, Ermenilerle birlikte, Dörtyol, Adana ve havalisini işgal eden Fransızlara da sert tepkiler göstermesine yol açmıştır. Fransızlar, işgali takiben, daha önce Suriye ve Lübnan’a göç ettirilen Ermenileri, Dörtyol’a ve yörenin diğer şehirlerine naklederek, yerleştirdiler. Az zamanda, Dörtyol’a yerleştirilen Ermenilerin sayısı on iki bin kişiye ulaştı.
Kısa zaman sonra, Dörtyol ve yakınlarına yerleştirilmiş olan sivil Ermeniler de, Fransız İşgal Kuvvetlerinden cesaret ve destek alarak, Dörtyol civarındaki köylere baskınlar düzenlemeye başladılar. Bunların yaptığı zulümlerden ve işkencelerden bıkan ve endişe içinde sıranın kendilerine geleceği günü bekleyen Dörtyol’a bağlı Özerli Köyü halkı, Hacı Hüseyin Oğulları’ndan Emin Hoca Başkanlığındaki üç kişilik bir heyetle, bölgenin İngiliz Komutanlığı’na müracaat etti. Heyet, köylerinin ve çevrenin, Fransızlar ve özellikle Ermeni zulmünden korunmasını istedi. Bunun üzerine, İngiliz Komutanlığı, Hintli Müslümanlardan oluşan bir müfrezeyi, Dörtyol’a gönderdi. Bu müfreze, asayiş ve sükûneti geçici bir zaman için sağlamayı başardı.
Fakat, bir süre sonra, Fransızlar ve Ermeniler, Özerli Köyü’ne saldırdılar ve halka hakaret ettiler, bazı evleri yağmaladılar. Bu kötü tutum ve hakaretlerine tahammül edemeyerek karşı koyan Özerli Köyü İhtiyar Heyeti’nden Muhtar Şeyhmuszade (Şeyh Musazade) Mehmet Ağa ile üye Abdülkadir Ağazade Yusuf Ağa’yı, elleri bağlı olarak, Fransız İşgal Komutanı’nın kapısı önünde, süngü ile şehit ettiler. Ayrıca, Dörtyol’un güneyinde ve yakınındaki Karakese Köyü’ne güçlü bir müfreze ile taarruz eden Fransızlar ve Ermeniler, Özerlide işledikeri cinayetleri bu kez gerçekleştirme imkanı bulamadılar. Karakese ve çevre köyler halkı, Fransız
ve Ermenilerin zulmüne uğramamak için, Dörtyol ve Özerliye giden yolları taştan hazırladıkları siperlerle kapatarak, kendilerini savunmaya karar vermiş ve cereyan eden şiddetli bir muharebeden sonra beş-on erlerini kayıp veren ve şaşkına dönen Fransızlar, Dörtyol’daki karargâhlarına geri çekilmek zorunda kalmışlardır, 19 Aralık 1918. Bu arada, Dörtyol ve çevresindeki köyler halkından, Türklere ait hayvanlara zorla el koyarak götürmek isteyen Ermeni kafilesi de, Turunçlu yakınında karşılarına çıkan Koca Ömer Oğlu Mehmet Çavuş (Mehmet Kara), Köse Mehmet ve bazı arkadaşları tarafından imha edilmiş, hayvanlar kurtarılmıştı. Yakın zamana kadar, Millî Mücadele’de düşmana karşı ilk kurşunun, nerede ve hangi tarihte atıldığı konusunda bir görüş birliği yoktu. İzmir’in işgali sırasında Hasan Tahsin Recep (asıl adı Osman Nevres)’in, Yunanlılara attığı kurşun, Millî Mücadele’nin ilk kurşunu olarak biliniyordu. Son yıllarda yapılan araştırmalar ve ortaya konan vesikalar, Millî Mücadele’de düşmana karşı atılan “ilk kurşunun -hatta kurşunların-”, Dörtyol’da, 19 Aralık 1918’de, Mondros Mütarekesi’nde elli gün sonra, yiğit Dörtyolluların cesur evladı Mehmet Çavuş (Mehmet Kara) ve müfrezesi tarafından atıldığını ortaya çıkarmıştır. Gerçeğin ortaya çıkması sonucunda, bundan böyle tüm kaynaklarda, Milli Mücadelede İlk Kurşun'un Dörtyol İlçemizden sıkıldığı yazıyordu.
Dörtyol civarındaki Çaylı Köyü’nden Osman Oğlu Mustafa da, Kurtkulağı Mevkii’nde şehit edildi. Bu ve benzeri haksız davranışların devamı Türk halkını direnişe şevketti. Yöre halkı, canını ve namusunu kurtarmak için, her türlü imkanını kullanarak silah satın almaya başladı. Kara Hasan da, Fransızlardan, kardeşinin intikamını almak için, Kuzuculu Köyü’nde bir teşkilat kurarak direnişe geçti. Mal ve hayvanlarını satarak silahlanan yöre gençleri de Kara Hasan’a katıldılar. Böylece, zamanla sayısı 300-400’e varan bir Milli Teşkilat ortaya çıktı. 1919 yılı başlarında harekete geçen Kara Hasan (Hasan Paşa) ve çetesi de, Türkiye’de, işgal güçlerine karşı, Milli direnişi ilk başlatan teşkilat olmuştur.
Her yıl 19 Aralık haftasında, büyük ilgi gören İlk Kurşun Kültür Sanat ve Turunçgil Festivali düzenlenmektedir. Ayrıca bu bağlamda çeşitli yarışmalar yapılmaktadır.
Güzel Dörtyol'umuzdan, düşmana sıkılan İlk Kurşunun 104. Yıldönümünü kutluyorum, Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarını, şehit ve gazilerimizi rahmetle, minnetle anıyorum.
Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin irtihali bütün Arab Yarımadası’nı sarstı, yer yer ihtilâller ve isyanlar oldu.
Mekke-i Mükerreme’yi dinden dönme meselesi dehşetli bir yıldırım gibi vurdu, ahaliyi hayrete düşürdü.
İşte öyle tehlikeli bir zamanda Süheyl bin Amr, Kabe-i Muazzama kapısında durdu. “Ey Mekkeliler!” diye çağırdı. Halk da onun başına toplandı.
“Ey Mekkeliler! Siz, herkesten sonra Müslüman oldunuz. Geliniz, herkesten evvel dinden dönmeyiniz. Resulullah’ın (s.a.v.) buyurduğu gibi Allah, bu işi tamamlayacaktır.” dedi.
Mekke-i Mükerreme halkı dinden dönmediler. Kureyş kabilesi, hep İslam dini üzere sabit kaldı.
Mekke-i Mükerreme gibi Taif’te de dinden dönenler olmadı. Kureyş gibi Sakif kabilesi de İslam’dan dönmedi.
Bunların dışında diğer Arap kabileleri, kimi tamamen ve kimi kısmen dinden döndüler. Bazıları da “Namaz kılarız, ama zekat vermeyiz” dediler. Bunlara nasıl muamele olunacağında ihtilaf çıktı. İstişare yapıldı. Kimi harp yapalım dedi. Hazret-i Ömerü’l-Faruk (r.a.):
“Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah” diyenler üzerine nasıl kılıç çekeriz?” dedi.
Hz. Ebubekr-i Sıddık (r.a.) dedi ki: “Vallahi, Resulullah’a (s.a.v.) verdikleri bir yıllık oğlağı vermezlerse elim kılıç tuttukça onlarla savaşırım.”
Hazret-i Ömer ve diğer Ashab-ı Güzin de Halifenin doğru olduğunu tasdik ve bütün dinden dönenlerle muharebe etmek üzere ittifak ettiler. Hz. Ebubekir Mekke, Medine ve Taif haricindeki bütün Arap kavimlerinin tekrar Müslüman olmalarına vesile oldu.
Nimetleri veren Allahü Teala’ya şükür:
Evvela itikad(a dair bilgiler)i, Fırka-i Naciye olan Ehl-i Sünnet vel-cemaat inancına uygun olarak düzeltmek,
İkinci olarak Ehl-i Sünnet’in müctehidlerinin beyanına, görüşlerine uygun olarak amel etmek,
Üçüncü olarak da bu fırka-i naciyeden olan Ehl-i Sünnet vel-cemaat mezhebine bağlı tasavvuf erbabının yolundan gitmek ile olur…
O halde sizin, Efendimiz, Mevlamız, günahlarımızın şefaatçisi, kalplerin tabibi Resulullah Efendimiz Muhammed Mustafa Sallallahü aleyhi ve ala alihi ve selleme ve onun hidayet ve doğru yol üzere olan halifelerine (Rıdvanullahi Teala aleyhim ecmain) tabi olmanız icap eder. (Mektubat-ı İmam-ı Rabbani, c.1/ m. 71)
BEYİT
Gerçi tammü nakısı kamil bilür
Kamil olan, cümleyi kamil bilür
Süleyman Çelebi
(Kimin kamil insan, kimin noksan olduğunu kendisi kamil olanlar bilir. Kamil olanlar herkesi kamil görürler.)
Allâhü Teâlâ da iyi temizlenenleri sever.” mealindeki 108. ayet-i kerimesi nazil olunca Resûlullâh (s.a.v.) muhacirler ile beraber yürüyüp Kubâ mescidinin kapısına vardılar. İçeride oturan Ensâr’a:
“Siz müminsiniz, değil mi?” diye sordular.
Cemaat sükût edip cevap vermediler. Sonra tekrar sorunca Hz. Ömer (r.a.):
“Ya Resûlallâh! Elbette müminler. Ben de onlarla beraberim” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“Kazaya râzı olur musunuz?” Evet, dediler.
“Belâya sabreder misiniz?” Evet, dediler.
“Bollukta şükreder misiniz?” Evet, dediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
“Kabe’nin Rabbi hakkı için bunlar mümindirler.” buyurup oturdular. Sonra:
“Ey Ensâr cemaati! Allâhü Teâlâ sizi övdü. Siz abdestte ne yapıyorsunuz?” buyurdular.
“Büyük ve küçük abdest bozduktan sonra tertemiz temizleniriz.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Tevbe suresinin 108. ayetini okudular.
Ebû Eyyûb-i Ensâri Hazretleri:
“Yâ Resûlallâh! Bu ayette bahsedilenler kimlerdir?” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
“Onlar def-i hacetten (büyük abdest bozduktan) sonra su ile temizlenirler ve cünüp durmazlar, gecenin tamamında cünüp olarak uyumazlar.” buyurdular.
Arş-ı A‘lâ’yı taşıyan melekler, Hz. Âdem’in yaratılmasına kadar uzun müddet “Sübhanellâh” diye tesbih ederek taşıdılar.
Hz. Âdem aleyhisselamın ruhu dimağına, beynine ulaşınca, aksırdı. Allâhü Teâlâ’nın ilhâmıyla Âdem aleyhisselam “Elhamdülillah” dedi.
Allâhü Teâlâ “Yerhamuke Rabbüke (Rabb’in sana rahmet edecektir.). Seni bunun için yarattım ey Âdem!” buyurdu.
Hz. Âdem’in tesbihini duyan melekler “Bu kelime güzel” dediler ve onu tesbihlerine eklediler ve Hz. Nuh’un peygamberliğine kadar “Sübhânellâhi ve’l-hamdülillâhi’’ diye tesbih ettiler.
Hazret-i Nuh’un kavmi puta tapardı. Allâhü Teâlâ, Hz. Nuh’a, kavmi “Lâ ilâhe illallâh” derlerse onlardan razı olacağını bildirdi. Bu kelimeyi duyan melekler “Bu da üçüncü kelime” dediler ve ilk iki tesbihe bunu da ilâve edip Hz. İbrahim’in gönderilmesine kadar “Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâhi ve lâ ilâhe illallâh’’ diyerek tesbih ettiler.
Allâhü Teâlâ, Hz. İbrâhim (a.s.)’e oğlu İsmâil (a.s.)’i kurban etmesini emredip, sonra da ona fidye olarak bir koç gönderince, Cebrâil (a.s.) “Allâhü Ekber’’ dedi.
Bu kelimeyi duyan melekler “Bu dördüncü güzel kelime” dediler ve tesbihlerine ilâve ettiler. “Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâhi ve lâ ilâhe illallâhu vallâhü ekber” diyerek tesbih etmeye başladılar.
Cebrâil (a.s.), Resûlullâh Efendimize (s.a.v.) bunu anlatınca Resûlullâh Efendimiz taaccüble “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm” dedi.
Bunun üzerine Cebrâil (a.s.), “Bu kelimeyi de bu tesbihe ilâve edelim” dedi.
Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular:
“Muhakkak bu kelimeler (Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm) bana, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha sevimlidir.” (Hulasatu’l-ahbâr)
Geliyorum deyip hekim telaşla yola düştü. Hekimi hastanede hastanın babası hışımla karşıladı: Benim oğlum ölüm döşeğindedir, ne için bu kadar geç kaldınız? Sizin kendi oğlunuz olsaydı yine böyle yapar mıydınız? Cerrah gülümsedi: Bana haber verilir verilmez acelece geldim. Bir de unutmayın ki, hayat ve ölüm Allah'ın elindedir. Cerrah ameliyat odasına dahil oldu. Ameliyat iki saat sürdü. Cerrah odadan çıkıp koridordaki babanın yanından sakince geçip gitti. Ardından yardımcı hekim çıktı. Babaya oğlunuz yaşayacak dedi. Baba bir an sevindi, sonra yine hiddetlenip dedi: Bu cerrah çok kötü ve insafsız bir adam. Ne vardı yani, çıkarken bana iyi haberi o verseydi. Yardımcı hekimin gözleri doldu ve adamı hayatı boyunca pişmanlığa sevk edecek olan şu cevabı verdi:
Cerrah çok güzel insandır. Onun oğlu otomobil kazasında bugün vefat etti. Biz onu defin merasiminden çağırdık. Oğlunun defin merasimini yapamadan sizin oğlunuzun şifasına vesile olmak için hastaneye geldi.
Vazife aşkını, insanlık görevini gördünüz mü? Cerrahın bu güzel davranışını kuvvetle alkışlıyorum.
İlim talebesi, fasıklardan, Allâhü Teala’ya asi olanlardan ve ömrünü boşa harcayanlardan da uzak durmalıdır. Onlarla beraber olmak ve onlara yakınlık şüphesiz insana zarar verir.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetiyle amel etmek niyetiyle ilim öğrenirken kıbleye doğru oturmalı, âlimlerin ve salihlerin dualarını almalı, mazlumun bedduasından sakınmalıdır.
İki kişi ilim tahsili için gurbete gittiler. Aynı dersleri okudular. İki sene sonra biri fıkıh âlimi oldu. Diğeri ise ilim tahsil edemeden köyüne döndü. O köyün âlimleri bu hususu araştırdılar. Talebelere, tahsil esnasında hasta olup olmadıklarını, nasıl çalıştıklarını, dersleri nasıl tekrar ettiklerini, hatta ilim öğrenirken nasıl oturduklarını bile sordular. Alim olanın, kıbleye dönerek ders çalıştığını, diğerinin ise kıbleye arkasını dönerek oturduğunu öğrendiler. Bundan anladılar ki kıbleye dönerek oturmanın bereketiyle ve Müslümanların dualarıyla âlim oldu.
Bundan dolayı talebe, sünnetleri ve edepleri hafife almamalıdır. Çünkü bunları hafife alan farzlardan mahrum kalır, onları da hafife alır. Farzları hafife alan da ahirette cennet nimetlerinden mahrum kalır.
Talebe nafile namaz kılmalı, huşu ile kılanlar gibi kılmaya gayret etmelidir. Nafile namaz ilim öğrenmesi için ona manen yardımcı olur. (Talimül-Müteallim)