......

SPOR HABERLERİ

PİYASALAR

altın fiyatları

Online Ziyaretçi

Günlük: 83
Haftalık: 849
Aylık: 4975
Toplam: 384067

ŞİKÂYETTE SAMİMİYET!

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 3 yıl, 3 ay önce / 19.11.2020 08:12:09 | Görüntüleme : 2571

Söze geldiğinde herkes şikâyet eder, hatta ahkâm da keser. Kiminle arkadaşlık yapılıp yapılmayacağı, iyi bir arkadaşın nasıl olması gerektiği, onun nasıl bilineceği ile ilgili olarak. Biraz daha konuyu derinleştirerek dost ile arkadaş arasındaki farkın izahına kadar gidilir. İyi de bizim bu kavramlar arasındaki yerimizi hiç düşündük mü? Biz arkadaş mıyız, dost muyuz? Nasıl bir arkadaşız veya dostuz? Başkasını değerlendirirken bizi kim değerlendirecek?

 Sadece erdemli kişilerin gerçek anlamda arkadaş olabileceğini söylemiş Aristotales. Erdemli kişilerin beraber olmaları arkadaşlık mıdır, dostluk mudur? Sorusu akla geliyor. Aristotales’in Arkadaşlığın, zevk için, fayda için ve erdem için yapıldığı yönündeki tasnifine (Arzu Pınar Demirel, Ekim 26-2017, http://www.felsefetasi.org/dostluk/) bakacak olursak, gerçek arkadaşlığın erdemli olanlar arasında olduğunu, onun da dostluğa tekabül ettiğini kast ettiği görülmektedir.

Buradan da anlaşılıyor ki arkadaşlığın/dostluğun olabilmesi için üstün özellikleri taşıyan iki kişinin olması gerekmektedir. Tek yönlü bir erdem, arkadaşlığı veya dostluğu oluşturamıyor. Verici olmaktan çok, alıcı olmaya programlanmış bir tarafın bu birlikteliği sabote edeceği açıktır. Çünkü her iki tarafın da birbirinin varlığının kıymetini bilmesi gerekir. Bu şu demek değildir, her iki taraf da hatasız olacaktır. Hayır, hatasız olmak sadece ve sadece Allah’a mahsustur. Ne demiş Mevlana Hazretleri? “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” kusursuzluğu arayanın kusursuz olması gerekmez mi? O da imkansız olduğuna göre böyle bir düşünce ve talep, “erdemli” olunmadığının da göstergesi sayılır.

Bizim birlikte yürüyeceğimiz şahsiyeti tanımaya yönelik ölçülerimizin olması son derece normaldir ve olması da gerekir. Hiç kimse rastgele önüne çıkan kişiyle arkadaş/dost olunması gerekir demiyor. Maalesef bu hassasiyet konusunda sadece günlük hayatımızda değil, dinimizin vecibelerini yerine getirirken de sorumsuzca davranmaktayız. Mesela bir cenazenin kaldırılması esnasında imamın “Nasıl bilirsiniz?” sorusuna cemaatin içinden biri, hiçbir şekilde münasebeti olmadığı ve tanımadığı halde, “İyi biliriz” diyerek şehadette bulunabilmektedir. Oysa bunun sorumluluk olduğunu bilmelidir. Bu konuda bize ışık tutan pek çok olaydan biri:

Hz. Ömer, şahitlik için birine, (Seni tanıyan birini getir) dedi. Oradaki biri, (Ben onu tanıyorum) diye ortaya çıktı. Hazret-i Ömer, (Nasıl bilirsin?) diye sordu. O da, (Emin ve âdil biri olarak tanıyorum) cevabını verdi. Hazret-i Ömer, (Yakın bir komşun mu? Gece gündüz ne yaptığını biliyor musun? Bunun huyunu öğrenecek kadar uzun yolculuk yaptın mı?) gibi sorular sordu. Adam hayır diye cevap verince, (Sen onu tanımıyorsun) buyurdu. (https://m.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=4252)

Bu halde olan iki kişinin arkadaşlığı, nereye kadar gidebilir, sizce?

Bu anlattıklarımızı, şimdi de günümüzde yaşadığımız gerçekliğe bakarak değerlendirelim: Günübirlik yaşayan bir toplum içerisinde geçiyor hayatımız. Toplumu bireylerden soyutlayarak böyle bir yargıya, böyle bir sonuca varmıyoruz şüphesiz. Birey, bir anlamda toplumun dokusunu oluşturmaktadır. Sonra da toplum, bireylerden aldığı bu yapıyla kartopu gibi öyle bir büyüyor ki, esasta bu vebalin, bu günahın kaynağının birey olduğu kimsenin aklına gelmiyor bile! “Artık tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkıyor?” sorusunun da bir anlamı kalmamaktadır!

Duymuşsunuzdur, işinin olması için size, “senin çevren geniştir!” diyenleri. İşinin olması tek hedeftir onun için, ama nasıl olursa olsun. İşini yapacak kimsenin düzgünlüğü, ahlaki yapısı vs. önemli değildir. Bugün etrafında dört döndüğü kimseyi, yarın tanımayacaktır, zira. Büyük bir ihtimalle aleyhinde bile atıp tutacaktır. Onun için öncelik, işi ve bu işi görecek “çevresi geniş” olanların olmasıdır.

Biliriz ki, insanın yetişme ve yetiştirilme tarzı çok önemlidir. Gördüğü eğitimin de onun davranışlarına yön vereceği, bütün eğitimcilerce kabul edilmektedir. Bunun başlangıcı aile, ardından okul, onun da ardından iş yeri ve bütün bir çevre gelir. Böylece elbirliğiyle bir kimlik kazandırılır bireye. Bireyden topluma doğru giden bu kimlik ve yapı, devletin kılcal damarlarına kadar sirayet edip bir değer olarak yerini alınca, artık ayna tutar bireye ve dahi topluma.

Buradan hareketle bireyin geleceğinin topluma, toplumun geleceğinin devlete, onun da geleceği esasa aldığı değerlere bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Şayet devletin temerküz ettiği değerler, vicdanı da aşarak kişisel menfaatleri önceleyen bir yapı sunarsa oradan istenen ve beklenen bir yapı çıkar mı? Üzerinde düşünülmesi gereken husus budur bence. “İşini bilen vatandaş” tiplemesinin toplum içerisindeki statüsünün “varlık”la değer buluyorsa, bütün bireylerin “işini bilme” yönünde gelişip varlık göstereceklerini söylemek için “allame” olmaya gerek yoktur. Dahası, ötekini düşünmenin “enayilik”, merhametin “maraz” olarak değerlendirildiği bir toplumda kim enayi, kim hastalığa duçar olmak ister?

Peki, böylesine kavramsal hastalıklar ve anlayışlar içinde yuvarlanan bir toplum nasıl arınacak, nasıl arınacak da düzlüğe çıkacaktır? Bu konu, bir numaralı problem halinde bizleri meşgul etmeli değil mi? Tabii ki etmeli. Kafa yormalı ve tartışmasız genel geçer tecrübelerden faydalanılma cihetine gidilmelidir. Bu hususta ideal ve doğru olan da, yazımızın başından beri üzerinde durduğumuz husustur. O da, evrensel ahlakla donanmış bireylerden oluşan bir toplumun meydana gelmesi/getirilmesidir. Bu uğurda sarf edilecek gayretlerdir. Bunun için de bireyin sosyal yapıda adalet ve hakkaniyet üzere hareket etmeye yönelik yetişmesi ve yetiştirilmesidir. Hakkı olmayana el uzatmanın sorumluluğunu taşıması, diğer bireylerin hakkını içtenlikle koruyup kollama konusunda en az kendi hakkı kadar kutsal olduğunun bilincine varmasıdır. Davranışlarındaki samimiyetinin, diğer bireyler tarafından değil istismar edilmesi, bunun bir özellik olarak değerlendirilmesi ve bu değerlerin toplum ve devlet nezdinde takdire şayan görülmesi…

Bu vasıflarla mücehhez bireylerin bir araya gelmesi, arkadaşlığı meydana getireceği gibi gerçek anlamda dostluğu da meydana getirecektir. Bu vasıflarla yoğrulmuş bireylerin oluşturduğu toplum da yaşanılası bir topluma dönüşecektir.

Ne mutlu o toplum içinde sorumluluk bilinciyle kendi nefsini arındıranlara ve sağlam bir toplumun inşası için de temeline yürekten gelen bir kürek samimiyet harcı katanlara…



CEMİL MERİÇ’İ ANLAMAYANLARA “CİN ALİ” SERİSİ ÖNERİLİR!

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 3 yıl, 6 ay önce / 07.09.2020 11:59:42 | Görüntüleme : 12777

Yaşananlardan ibret almak ve dersler çıkarmak, akıllıca bir davranıştır ve akil olanlara yaraşır. Hz. Âdem’in, Hz. Musa’nın, Hz. Muhammed’in kendi yaşadıklarından ders çıkarmaları güzel örneklerdir. Akil hiç kimse, Hz. Âdem’in Cennet’ten çıkarılmasına, Hz. Musa’nın Bir Adam (Hz. Hızır) karşısındaki acul davranışına, Hz. Muhammed (SAV)’in bir âmâya karşı davranışına… eleştiriler getirerek takılıp kalmamış; aksine her bir olaydan hayat dersleri çıkarmıştır.

 

Bunun yanında, yaşananlardan ders almak bir yana, olmamışlardan, kendi zehaplarına kapılarak eleştiri oklarını yöneltenler de yok değildir.     

I. örnek; 

Gün Zileli, (Gün Zileli. Gün Zileli -d. 24 Ekim 1946, Ankara-, 1960'lı yıllarda, Yordam, Soyut gibi edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı; ayrıca, Emekçi, Aydınlık, Proleter Devrimci Aydınlık dergilerinde görev aldı ve yazdı.)

24 Ekim 1946, Ankara doğumlu, 1970 yılında, DTCF'nin Felsefe Bölümü'nün 2. sınıfından büyük bir başarıyla ayrılan (!) ve buradan elde ettiği birikimini şurada burada araştırmacı yazar unvanıyla sergileyen Zileli, felsefe bölümünü bitiremedi, ama bir filozofu eleştirecek cesareti kendisinde görebildi. Hani denir ya “cahil cesur olur” her neyse.

Kafayı Cemil Meriç’e takmış, itham edici ve indi bir üslupla saldırıyor. Tanımıyor aslında Cemil Meriç’i. “Cemil Meriç’i ne zamandan beri okumak istiyordum. Bir arkadaşımda onun Bu Ülke (İletişim, 2008, 29. Baskı) adlı kitabı varmış, aldım ve dün okumaya çalıştım. Okumaya çalıştım diyorum, çünkü Cemil Meriç kendini okutmamak için elinden geleni yaptı. Özellikle değer yargılarıyla. Zaten ben bu yazıda kitabın içeriği üzerinde duracak değilim. Sadece söyleyeceğim şu: Cemil Meriç’in kitaptaki bütün makaleleri, sağcı-muhafazakâr bir muhayyilenin ürünleridir.” (Gün Zileli, “Su Koyuveren Yazar…”, (http://www.gunzileli.com/) Tarih: 12.1.12)

-Kitabın içeriği üzerinde durma gereği duymadığını söylüyor, ama içerikle ilgili yorum ve eleştiride bulunabiliyor.

-Açıkça Cemil Meriç’in kitabının veya kitaplarının okunmadığını itiraf ediyor.  

Okunmadan bir eseri değerlendirmek ve dahi ondan hüküm çıkarmak, ancak felsefe bölümünü bitiremeyen birinin sergileyebileceği bir maharettir(!)

Keşke önyargı duvarlarını aşabilseydi ve okuyabilseydi, o zaman Cemil Meriç’in döne döne anlattığı, mülevves “sağcı-solcu” kavramları konusundaki duruşunu ve değerlendirmesini anlayamadığını ispat edercesine makalelerini, “sağcı-muhafazakâr bir muhayyilenin ürünleri” olarak itham ve iddiada bulunma mahcubiyetini yaşamazdı. Çünkü Cemil Meriç, “Türkiye'de Sağ-sol yoktur, dürüst olan ve olmayan insanlar vardır.” (Sosyoloji Notları ve Konferansları, s.291, 295) diyerek bu ithal algıya işaret etmiş ve piyonlarını uyarmıştır.

Daha baştan kendini şartlandırmış ve düşüncesini, benliğini rehnetmiş ve böylece düşünen, yazan ve hatta konuşan bir adamdan, artık şahsiyetli bir duruş beklemek bir yana, Cemil Meriç gibi bir filozofu anlamasının zorluğu ortadadır. Hatta Cemil Meriç, bu güdümlü zihinlere birkaç numara değil, yüzlerce numara fazla gelmektedir.

Kitaplarını okumamaya gelince; “Okumaktan hangi hakla söz ediyoruz? Okuma terbiyesinden önce, çok daha mühim, çok daha âcil disiplinlere muhtacız. Böyle bir ruh haleti içindeki insanlar nasıl, neyi okuyabilirler? Büyük bir yazarın tek satırını anlamaları imkânsız.” (Bu Ülke, s. 109) diyen büyük Usta, zaten teşhisini önceden koymuş.

Bu kafada olanlara, bir bilgenin, bir filozofun eserini ona vermek ve okumasını istemek, ona yapılabilecek en büyük zulümdür. Onun anlayabileceği seviyede verilecek kitap “Cin Ali” serisi olsa gerektir.

 

 

 



Değer Bilmek!

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 3 yıl, 7 ay önce / 17.07.2020 08:50:58 | Görüntüleme : 7242

Peygamberimiz (sav) buyuruyor: “Beş şey gelmeden, beş şeyin kıymetini bilin;

 

İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin,

Hastalık gelmeden önce sıhhatin,

Meşguliyet gelmeden önce boş vaktin,

Fakirlik gelmeden önce zenginliğin ve

Ölüm gelmeden önce hayatın kıymetini bilin.”

(Hâkim, Müstedrek, IV, 341; Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

Dünya ve ahiretimizi kurtaracak bu muhteşem öğütlerin/tavsiyelerin hangi birinin gereğini yerine getiriyoruz? Maalesef bu soru bile bizi kendimize getirmeye yetmiyor. Ve yine maalesef zamanında ve zemininde yapılması gerekenler konusunda, -makul bulmamıza rağmen- gevşek davranıyoruz. Bu gevşeklik bize pahalıya mal oluyor. Biz kaybetmeyi de yanlış anladığımız için bunu yanlış eylemlerle ve davranışlarla yansıtıyoruz. Esas olan, Mevlana’nın, “Kıymet bilmek, kaybedince arkasından ağlamak değil, yanındayken sımsıkı sarılmaktır.” dediği cinsten olmalıdır.

Her alanda olduğu gibi edebiyat ve düşünce alanında da yeteri kadar kıymetini bilmediğimiz değerlerimiz vardır şüphesiz. Bunlardan biri de Cemil Meriç’tir. O, öyle bir değerdir ki, Türk milleti olarak böyle bir değere sahip olduğumuz için şükretmeliyiz. Ayrıca, dünya düşün arenasında bize açtığı yer, bize kazandırdığı saygınlık açısından da medarı iftiharımız olduğunu bilmeliyiz. Bu alanda bir olimpiyat düzenlense Cemil Meriç’le ipi göğüsleyeceğimiz konusunda şek ve şüphe yoktur.

Düşünelim, Dünya kültürünü analiz edip her bir değeri yerli yerine oturtabilen kaç kültür adamı vardır dünyada? N. Fazıl’ın söylemiyle “Allah’ın iç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapattığı, sahici münevver Cemil Meriç…”, “Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür." Demiyor mu Cenabı Allah? Yoksa siz dış gözü olmayan bir insanın, müthiş bir basiretle dünyada olup biteni tetebbu ederek kültür dünyasına bu kadar damardan girip tahlil edebilmesini nasıl izah edebilirsiniz? Dikkat edin belki de yeryüzünde bir örneğini daha gösteremezsiniz!

2008 yılında Hatay Kültür Merkezinde “Umrandan Uygarlığa” panelinde konuşan kızı değerli hocamız Ümit Meriç Hanımefendi, başladığı konuşmasının bir yerinde insanın tüylerini diken diken eden bir hususu dile getirmişti:

"Cemil Meriç’in hayatı tek başına zaten beşeriyetin dikkatini çekecek bir hayattır. Hatırlatmaya gerek yok, ama 35-36 yaşlarında gözlerini kaybeden bir insan, kör olduktan sonra 12 cilt kitap; fikir kitabı kaleme almıştır. Bu bakımdan bir insanlık şaheseridir Cemil Meriç’in hayatı. Bir özürlünün özrünü aşma ve aşmayı başarma gayretidir. İnsan olarak hepimizi ilgilendirir. Herkesin zaman zaman belki yapması gereken bir tecrübedir bu. Biraz konunun dışına çıkıyorum, ama konu içine gelmek için, hiç hayatınızda 24 saat gözlerinizi kapayarak yaşamayı denediniz mi? Ne yapabilirsiniz? Nerelere gidebilirsiniz, neler düşünebilirsiniz? Ve siz kim olursunuz, gözleriniz kör olursa? Gözlerinizi kaybettikten sonra sizden geriye ne kalır? Hiç bunun tecrübesini yaptınız mı? Bunun acısını, bunun aczini, bunun insana getirdiği artıları ve eksileri düşündünüz mü?”

Bunu düşünmeden, nefsine yenilerek, egosuna mahkûm olarak Cemil Meriç’i levm etmeye, kınamaya, küçük görmeye yeltenen cüceler olmadı değil! Dikkat edin eleştirmeye demiyorum. Kendilerince açık gördükleri kapıdan girmeye çalışarak tatmin olmaya çalışıyorlar.

Cemil Meriç’i anlamak için öncelikle gerekli olan bir şuur ve onun üzerin inşa edilmesi icap eden bir kültürden yoksun, bazı zevat, popüler algının ezikliği altında ürettikleri soruları bu bilge insana

yöneltiyorlar. Kendi zavallılıklarını idrak edemeyen bu tefekkür yoksulu zevatı, hayatımızın her deminde görmek pek de şaşırtıcı değildir!



BATI’DA SOSYOLOJİ

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 3 yıl, 8 ay önce / 11.07.2020 10:21:37 | Görüntüleme : 3258


Cemil Meriç, Batı’daki sosyolojinin vaziyetini şöyle anlatır:

 

 “Sosyoloji buhranların çocuğu. Comte, ihtilalin ölüme mahkûm ettiği Katolikliği, ‘insanlık dini’ ismi altında horlatan bir yarı deli. Le Play, sürüyü şer kuvvetlerine kaptırmak istemeyen kiliseyi temsil eder; şer kuvvetlerine, yani Sosyalizme. Durkheim, sarsılan düzeni rasyonalizm rayına oturtmaya çalışan bir haham torunu. Ortak vasıfları kötü birer nasir olmaları. Dava: Hristiyan Batı toplumunu istikrara kavuşturmak, dördüncü sınıfın ataklıklarını önlemek. Bir Fransız yazarı ‘çoban köpekleri’ diyor üstatlara. Fransa 1958'e kadar liselere almıyor sosyolojiyi. Bizde 1914'ten beri kürsü var.”1

Avrupalıya göre, Sosyolojinin iki düşman kardeş oldukları belirtilen Marx'la Weber’in, Doğu söz konusu olduğunda bu rakipler anlaşmazlıklarını unuturlar. Marx’ın coğrafi kaderciliği ‘bilimsel’ bir hakikat gibi sergilediğini belirtir. Dahası, ‘ülkedaş’larının Doğu'yu sömürürken vicdan azabı duymamaları için, bir kurt masalı uydurduğunu, bunun da; A.T.Ü.T. (Asya Tipi Üretim Tarzı) oluğunu söyler.

Weber'in hareket noktasının da ondan geri kalır tarafı olmadığı anlaşılmaktadır: “Avrupa dünyanın kalbgâhı; insan bütün büyük fetihlerini Avrupa'nın kılavuzluğunda gerçekleştirmiştir. Öteki medeniyetler, birer emekleme, birer başlangıç, birer müsvedde. Avrupa'nın ayırıcı vasfı: akılcılık. Çağdaş tarihin mimarı: burjuvazi. Dünyanın başka ülkelerinde burjuvazi olmadığı için, Avrupa'nınkine benzeyen bir medeniyet de yok. Birçok ülke kapitalizmin eşiğine kadar gelmişler, fakat kapitalizme geçememişler. Sınai kapitalizm, Protestan ahlakının eseri.”

Cemil Meriç bu hileli açıklamaları görür ve itirazını yapar:

 “Acaba öyle mi? Weber'in Protestan ahlakına yamamak istediği rasyonalite, irrasyonalitenin ta kendisi değil mi? İnsanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren bir ahlak, kapitalizmin cinayetleri ve adilikleri üzerine örtülen bir şal.

Tarih bir Avrupa ilmidir, Weber'e göre. Oysa, ‘Mukaddime’ 1860'larda Fransızca’ya çevrilmiş. Geniş tecessüslü bir ilim adamının bu büyük kitaptan habersiz oluşu düşünülebilir mi? Ne çirkin samimiyetsizlik!”

Olaylara olan yaklaşımını bu şekilde değerlendirdikten sonra, Weber’in duruşunu ve çalışmalarından hâsıl olan faydayı değerlendirir:

 “Weber, Protestan insanın yani Hristiyan Avrupa'nın destancısıdır. Asil bir davranış! Ama, o âteşîn Alman milliyetçisinin Türk insanına ifşa edeceği hakikat ne? Marksizm’in tek büyük faydası olmuştur: dikkatimizi liberal Avrupa'nın yalanlarına çekmek. Yani, içtimai ilimlerin birer ideoloji olduğunu öğretmek. Weber de ‘bir nevi Marksizm’in panzehri olarak tavsiyeye şayan.”2

Diğer taraftan Batı, maddi ilimlerde olduğu gibi toplumsal bilimlerde de masum değildir. Batı’nın Doğu merakının temelinde mutlak olarak kapitalizmin var olduğunu, bunun saf bir ilmi tecessüsten ileri gelmediğini, gelişen bir sınıfın ihtiyacından kaynaklandığını ileri süren Cemil Meriç bunu, “Demek Batı’nın sanıldığı gibi sadece madde ilimlerinde değil, toplumları incelerken de kılavuzu habis bir ihtirastır: Doğu’yu talan etmek”3 şeklinde açıklamıştır.

Üstat Cemil Meriç elbette haklı, yalan ve sömürü üzerine kurulu bir ilim ve tarih… Vahşi Batı'nın sömürü düzeni başka türlü nasıl işlesin ki?

Son olarak, toplumcu bir düşüncenin gerçek temsilcisi sayılabilecek, bu toprakların düşünürü olan Cemil Meriç’in sosyolojiyi neden okuduğumuza dair kanaatini zikredebiliriz, der ki:

 “Sosyoloji ile uğraşmanın tek faydası iliklerimize kadar işleyen ideolojileri bir dereceye kadar söküp atabilmek”tir.4

 “Sosyoloğun ilk vazifesi bütün sosyal sınıfları dolaşmak, onları bütünüyle yaşadıktan sonra sosyal hayatı tasvir etmektir”5



CEMİL MERİÇ VE SOSYOLOJİ

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 3 yıl, 8 ay önce / 09.07.2020 09:02:06 | Görüntüleme : 3321

Cemil Meriç, “Taraf tutmayan insan, şahsiyeti felce uğramış insandır. Kimse tarafsız değildir ve tarafsız bir sosyoloji de yoktur.” diyerek sosyolojinin tarafsız bir ilim olduğunu söyleyenlerin yanılgına işaret eder.1

  Kabul etmek gerekir ki Batı toplumunda egemen olan değer, güç ve onun dayandığı ideolojilerdir. İdeoloji denilen mülevves kavram da, sadeliği, duruluğu, saf ve temizliği ifade etmediği, incelendiğinde anlaşılacaktır. Bu kavrama baktığımızda, neredeyse bütün ansiklopedilerde onunla ilgili şöyle bir tanıma rastlamak mümkündür:

“Bir topluma ve veya toplumsal sınıfa has düşüncelerin tümüne ideoloji denir.”2 İdeoloji, metafizik muhtevasından sıyrılmış bir felsefe olduğu, ideologların ise, bilginin kaynağını duyu organlarının faaliyetleri ve akıl yürütmeyle sınırlandırarak, vahyi inkâr ettikleri ifade edilmektedir.3

Cemil Meriç, “İdeoloji, çağımızın anahtar kelimelerinden biri… vuzuhu kilitleyen bir anahtar”4 derken, aydınlarımızın da bu kavramı tanımlamadaki teşevvüşlerini mazur görmekte, çünkü bu mefhumun kendisinin kaypak ve karanlık olduğunu söylemektedir.5 Bir kelimeyle 1950’lere kadar hiçbir sözlüğün, ideolojinin sosyal ve politik manalarını vermediğini, Batı’nın tek büyük Sosyal İlimler Ansiklopedisi’nde (Encyclopedia of the Social Sciences, 2. bs. 1949) ideoloji kelimesinin olmadığını belirtmektedir.6 Ayrıca bilgi sosyolojisinin üç anahtar kavramının, ideoloji, mit ve ütopya olduğunu söyler ve Mannheim’e göre ideolojinin gayesinin mevcut düzeni devam ettirmek olduğunu, ütopyanın ise, mevcut olmayan bir düzeni savunduğunu nakleder.7

       Cemil Meriç de, ortaya koyduğu verilerle sosyolojinin tarafsız olmadığını, ideolojilere kurban edildiğini iddia eder, Herbert Spencer’in, sosyolojinin az gelişmiş, geç gelişmiş olmasını 10 sebebe bağladığını; bunların başında ise önyargıların geldiğini söylediğini ifade eder. İdeolojilerin de kilise gibi yobaz yetiştirdiğini, taraf tutmayan insanın şahsiyetinin felce uğramış insan olduğunu, hatta kimsenin tarafsız olmadığını ve dolayısıyla tarafsız bir sosyolojinin de olmadığını söyleyerek sürdürdüğü açıklamasında:

“Sosyal bilimlerle uğraşan her insanın alacağı ilk ders, sosyal ilimlerin relatifliğidir. Boukharine, ‘Her sınıfın ayrı bir ilmi vardır’ derken, belki biraz mübalağalı bir hüküm veriyor, ama sosyal ilimler kadar yalanın cirit oynayabileceği saha yoktur. Bütün sosyal ilimler, insan denen, dişleri ve tırnakları henüz sökülmemiş olan o mahlûkun suç ortaklığını yapmaktadır. Sosyoloji, biyoloji değildir. Parça parça sosyal ilimler vardır. Çünkü insanı kinlerinden, sevgililerinden soyamayız. Sosyolojinin bize kazandırdığı ilk vasıf, demystification, hakikati yalanlarından soyabilmektir.’8 ‘Sosyolojinin en büyük keşiflerinden biri, bir ideoloji olabileceğini kabul etmesidir.’9 ‘Bütün cemiyeti kucaklayan bir Sosyolojiden bahsedilemez, ancak bir palier'ler (basamaklar) sosyolojisinden bahsedilebilir.’10 ‘Sosyolojinin en büyük sezişi içtimai hadiselerin plüralizmine inanmaktadır. Bir sosyoloji yok, birçok sosyoloji vardır.’11 ‘Her sosyolog bir davanın, bir dünya görüşünün adamıdır.’”12

Cemil Meriç’e göre “Sosyoloji endüstriyel toplumun çocuğudur. İnsan düşüncesine hürriyet getirir, sacre (kutsal) tanımaz… Eğer sosyolog uzviyetine hâkim olan geleneğin zincirlerini koparamıyorsa, ilmi gelişmez.13 demektedir.

          Cemil Meriç, sosyolojiyi yeni bir teoloji olarak değerlendirir; Batı ideolojisi. Buna dayalı olarak Batı’daki sosyologların hepsinin, aslında aynı yolun yolcusu olduklarını, söyler. Birbirinin zıddıymış gibi görünseler de. Yaşadıkları içinden çıkılmaz krizlere çıkış yolu bulabilmek için çırpındıklarını, buna çare bulabilmek için de her birinin başka bir koldan çalıştıklarını; gayelerinin bir, hedef ve amaçlarının bir olduğunu; onun da Hristiyan Batı toplumunu ayağa kaldırabilmek olduğunu ifade eder.14



Türk Aydınları İçinde Cemil Meriç’in Yeri

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 3 yıl, 8 ay önce / 30.06.2020 11:12:01 | Görüntüleme : 3719


Gerek Hatay tecrübesi ve gerekse mütecessis karakteriyle Cemil Meriç, genel manada alışılagelen Türk Aydınlarından, Türk Entelijiyansasından* bariz bir şekilde ayrılır.

Tanzimat ve sonrasında söz sahibi olan kimi aydınların, kayıtsız şarts

ız bir şekilde gönüllerini ve zihinlerini Batı’ya açtıkları söylenebilir. Öyle ki, onlar için geçerli olan neredeyse bütünüyle Batı’nın değer yargıları ve ölçütleri olmuştur. Batı’yı her bakımdan üstün görmelerinin derin etkileri de zaman içerisinde kendisini göstermiş ve sonuçta bunun ezikliğini maddeten de, ruhen de yaşadıkları görülmüştür. Böylece kendi milletlerini hep silik ve değersiz görmenin psikozuyla onu eleştirmekte ve hatta aşağılamakta bir sakınca görmedikleri gibi bu tutumlarını, ülkelerinin iyiliği adına bir vatanseverlik, bir ileri görüşlülük ve hatta bir vazifeşinaslık bilmişlerdir.

Bunlar, ülkesine ve milletine karşı kibirli, içinden çıktıkları topluma yabancılaşan entelektüel yobazlığın oluşturduğu şımarık bir kişiliğin; ya da yoğun kimlik bunalımının; ya da kimliksizliğin ortaya çıkardığı acınası tiplerdir.

Bir ‘Hakikat arayıcısı’ ve ‘Hakikat aşığı’ olarak kendisini nitelendiren Cemil Meriç, ömür boyu her türlü peşin hükme, ideolojiye, demagojiye, siyasi görüşe ve düşünceyi daraltan ‘izm’e karşı daima mesafeli durmaya çalışmıştır. Bu arayışı sonunda İslamiyet’in ve İslâm kültürünün merkezinde yer aldığı; ama İslam’ın Osmanlı yorumunun belirleyicisi olduğu, buna karşılık putlaştırılan Avrupa’yı köklerine kadar tanıyarak onu demistifiye etmeyi (açıklığa kavuşturmayı) başarmış orijinal bir ‘Cemil Meriç terkibi’ne ulaşmayı başarmıştır. Lügatinden tabuları silmiş olan Cemil Meriç’e düşen görevin ‘Mazlum bir medeniyetin sesi’ olmak için savaşmak şeklinde tecelli ettiği, çünkü ona göre düşünmenin, başkalarının düşündükleri üzerinde düşünmek demek olduğunu, ama aynı zamanda da savaşmak olduğunu belirtmiştir.1 Cemil Meriç’in savaşı, ön yargıları, tabuları yıkmak olmuştur.

Cemil Meriç, “Her şeyin en iyisi bizde var yahut Avrupa’da var”, “Bizden adam olmaz…” gibi düşüncelerin yanlışlığını ortaya koymuş bir mütefekkirdir. O’na göre bir şeyi olduğu gibi, objektif olarak algılamak esastır.

Modern Türk aydını için kullandığı yabancı, yabancılık ve yabancılaşma kavramlarına dikkat çekmiştir. O’nun bu titiz duruşu, önyargısız, insaflı, yorucu, bir o kadar da yol gösterici aydın tutumudur. Bu tutum o çok önemsediği ‘aydın namusu’nun gereğidir ve ülkemizde oldukça zayıf olan bu meziyetin güçlenmesine hizmet etmiştir. Bu anlamda Cemil Meriç’in, kendine has, biricik bir damar olduğu mutlaka söylenmelidir. “Marksistim dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildi.”2 Ona göre “Aydın olmak için önce insan olmak lazımdır. İnsan, mukaddesi olandır.”

 

Gerçek bir aydın

 

Gerçek bir aydının nasıl olması gerektiğinin tanımı, Cemil Meriç’ten sonra gerçek manada yerli yerine oturdu, denilse abartı sayılmaz. Bu sebepten dolayı Cemil Meriç’i sormak, araştırmak ve öğrenmek gerekmektedir.

Kimdir Cemil Meriç? Cemil Meriç'in kim olduğunu öğrendiğimizde, nasıl bir şahsiyetle muhatap olduğumuzu da anlamış olacağız şüphesiz. Cemil Meriç'in şahsiyeti ile ilgili bilgileri yine ondan öğrenmekteyiz. Kendine has bir üslupla; sarsıcı, düşündürücü ve öğretici... Şöyle soruyordu kendi kendisine, filozofvari bir edayla, akleden ve düşünen bir kafayla...

Tefekkürün ve idrakin doruğunda bütün benliğiyle temerküz ederek; ‘Kimim Ben?’ diye soruyor... Bu soru, üzerinde düşünülmesi gereken bir duruşu göstermektedir!.. Kaç kişi bu soruyu kendisine sormuştur veya sorabilmiştir. Ve esasında önemli olan bu soruyu sormak da değildir; önemli olan, sorunun cevabında yoğunlaşabilmektir. Mesele bu. Ama o soruyor işte! Varlığını, düşünmeye borçlu olan bir tefekkür adamının vaz geçilmez haliyle.

Herkesin koro halinde, evreni çınlatırcasına yüksek bir sesle dillendirmesi gereken bir soruyu; ‘Kimim Ben?’ sorusunu o soruyor ve yine kendisi, ‘Hayatını Türk İrfanına adayan münzevi ve

mütecessis fikir işçisi’3 diye cevaplandırıyor. ‘Ne muhteşem terkip, ne derin bir tasvir, tam da ona yakışan türden. Peki, irfan nedir? Meriç, onu da şöyle açıklamaktadır: “İrfan insanoğlunun has bahçesi. Ayırmaz, birleştirir. Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak, önyargıların köleliğinden kurtulmaktır, önyargıların ve yalanların...”4



AKLINI REHNETMEYEN AYDIN!

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 3 yıl, 8 ay önce / 23.06.2020 10:21:35 | Görüntüleme : 3246

İnsanın aklını alan sulardan inadına içmeyen, azimle, kararlılıkla ve inançla, aklını rehnetmeyen insanlar da çıkmadı/çıkmıyor değil yaşanan toplumda. İşte Cemil Meriç de şahsiyetini ibraz eden bu güzide insanlardan biridir. Tanzimat’tan bu yana Türk aydının alın yazısı olarak gördüğü ‘aldanma’ ve ‘aldatma’nın dışına çıkarak bütün şahsiyetiyle özgün varlığını korumuş bir aydın sembolüdür o.

Bizim Cemil Meriç’e bakışımız da esasen değerler açısından olmalı ve aykırılığından söz edilecekse şayet, değerlere göre aykırılık durumunun tespiti yapılmalı ve onu her yönden ve her yönüyle anlamalı.

Onu anlamada çocukluk, gençlik ve daha sonraki hayatı hakkında bilgi sahibi olmak önemlidir. Hakkında bir iddiada bulunurken bir kere onun "bir insan" olduğu gerçeğini asla göz ardı etmemek gerekir. Çocukluğunda yaşadıkları, aile ve çevre faktörleri, öğretmenleri, mahallesi, ergenlik dönemi, bu atmosfer içerisinde geçirdiği eğitim süreci... Antakya Sultanisi, hocaları... O dönemde hâkim olan yönetim... Hatay'ın konjonktürel durumu... Bütün bütün bunlar göz önünde bulundurulmadan, doğrudan doğruya filozof, bilge ve bir sosyolog olan Cemil Meriç hakkında sağlıklı bir tahlil ve değerlendirme yapmak, mümkün olmayacaktır. Yani sözünü ettiğimiz şartlar ve etkenler göz ardı edildiği takdirde, Cemil Meriç anlaşılamayacak, ona ulaşılamayacak ve dokunulamayacak demektir. Bir defa fevkalbeşer bir Cemil Meriç tahayyülünden vazgeçilmelidir. Çünkü bir insan olarak yaşadıkları vardır. 

Cemil Meriç’in ailesi, 1912 yılında Balkanlarda bütün şiddetiyle devam eden savaşta Bulgar baskınından kaçmak için Türkiye'ye geliyor ve Reyhanlı'nın karşısında ışıkları görülen Kefertharim'e gelip yerleşiyor. Babası burada hâkimlik yapmaya başlıyor. Cemil Meriç, 12 Aralık 1916 yılında Reyhanlı'da doğuyor, doğum tarihi de Kur’an-ı Kerim'in kapağına yazılıyor. Çocukluğu ve ilkokul tahsili burada geçiyor. Memleketinden kopmuş ve gurbete düşmüş bir ailenin kendi sıkıntıları ile birlikte yâd ellerde gariplik halini yaşamanın verdiği sıkıntı atmosferinin Cemil Meriç’in üzerindeki olumsuz etkisi yetmezmiş gibi bunun üzerine bir de mahalledeki yaramaz, afacan çocukların baskıları ve kötü davranışları da eklenince, bütün bu olumsuzluklar, bünyesi zayıf olan Cemil Meriç’e ağır gelmiş ve onu yıpratmıştı.

Kitaba yönelmesi de bu süreçte başlar. Ta ilkokul çağından itibaren başlayan bu ilgi ve sevgi Antakya Sultanisi’nde de artarak devam eder. Esasen babasının her akşam aileyi toplayarak kitap okumasının bunda önemli bir yerinin olduğu söylenmelidir. Ayrıca kitap ve kütüphanenin tek sığınağı olmasında mahalleli çocukların ona bir türlü dirlik vermemesi de bir başka etkendir. 

Yalnız bir dünyada, yalnız yürüyen bir kişinin hata yapmadan yoluna devam etmesi tabii ki kolay değildi. Cemil Meriç, bu yolda en büyük desteği hiç şüphesiz kitaplardan almış ve gerçek istikametini onların ışığıyla bulmuştur: 

“Düşman bir çevrede, ister istemez kitaplara kaçıyorum… Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım… Anlıyorum ki, zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak”.  diyen bir Cemil Meriç’i görüyoruz. Okuyan, araştıran ve kendini bulan bir Cemil Meriç. Bu özelliğiyle Cemil Meriç, bir kâbustan uyanan ve uyanmasını bildiği kadar uyandırmasını da bilen bir adam  olarak tebarüz etmekte olduğuna şahit oluyoruz.

Fikri tekâmülde çeşitli süreçleri yaşayan Cemil Meriç, bir dönem çevresel faktörlerle birlikte Türkiye'deki gelişmelerin etkisiyle, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin fikir yapısını da yansıtan Türkçü düşünce akımına girmiş ve bu konuda oluşturduğu ve teorik düzeyde kalmış fikirlerini,  Türkçülüğünün temellerini Türk Yurdu dergisine, Ahmet Hikmet’e ve Yusuf Akçura'ya dayandırmıştır.

 Antakya Sultanisi’nde gördüğü eğitim, hocaları, eserleri, sadece kendisini değil bütün arkadaşlarını da etkilemiş, sonuçta da hepsi, Fransız kültürün derin etkisi altında kalmış ve Fransa'ya karşı özel hayranlık beslemiş...

Bir hakikat arayıcısı olarak bitmez tükenmez bir merak ve arayış içerisinde olan Cemil Meriç’in, ön kabulleri olmamıştır. O, “Avrupa’yı tanımamak gaflet; Avrupa’yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?”  diye sorarken cevabını da kendisi veriyordu, böylece kendi toplumsal görevini de belirlemiş oluyordu: “Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi. Düşünenin görevi; insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, (uyarmak ve bilinçlendirmek) kızmadan, usanmadan irşad. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.



Hatay’ı Anlamak ve Anlatmak Meziyet İster!(II)

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 3 yıl, 11 ay önce / 31.03.2020 11:38:54 | Görüntüleme : 7173
Hatay ve değerleri konusunda yanlış verildiğini düşündüğümüz bilgiler bir yana, Hatay güzellemesiyle yazısına başlayan Özdil’den, Hatay çerçevesinde bir yazı beklersiniz normal olarak, değil mi? Yani hiç bir politik yorum katmadan, siyasi ideolojisine Hatay’ı araçsallaştırmadan, sakız haline getirilen ve dillere pelesenk olan ifadeyle “siyasete alet etme”den güzel bir yazı

… Evet, bekledik ama yanıldık. Aslında niye beklediysek?! Belki de girişte Hatay’la ilgili güzel cümlelerinin samimiyetine kendimizi kaptırıp inanmışlığımızdan olsa gerek. O da bizi utandırdı sağ olsun: “Amacım Hatay’a dair turistik bir yazı kaleme almak değil” diyerek. Ne bilelim biz, Atatürk’ün bize emanet ettiği Hatay’ın tertemiz ve göründüğü gibi olan insanları, Habib Neccar’ın, Şeyh Ahmed Kuseyri’nin, Beyazid-i Bestami’nin ahfadı, Cemil Meriç’in kültürünün mirasçıları olarak inandık…

İnsanın, köklerinin olduğu kendi şehrine karşı olması gereken samimiyet ve vefasıyla ilgili buraya bir not düşmemiz gerekmektedir: Hataylılar, arz ettiğim derinlikli kültürle yoğrulmuş oldukları için aslın, yurdun, memleketin ne denli kıymetli değerler olduğunu bilirler ve hiç bir zaman başka yurtlar, ülkeler ve memleketlere yamanmaya çalışmazlar. Hiçbiri, memleketi olmayan bir yer için “Ben İzmirliyim, ben İstanbulluyum, ben Ankaralıyım…” demez, aksine gururla, şerefle Hataylı olmanın kıvancını taşır.

Özdil, İl’imizi överken ne oldu peki? Olan şu, huylu huyundan vaz geçmiyor. Hatay’ın güzelliklerini anlatmak adına, başladığı yazısına, Hatay’ı siyasetinin göbeğine oturtarak devam etti: (…) Suriye meselesini çözmek için, Moskova’ya yalvarıyorlar. Suriye meselesinin çözümü, Suriye topraklarında değil, Hatay’da! Suriye meselesini çözmek için, Moskova’ya yalvarıyorlar. Washington’a el açıyorlar. Brüksel’den medet umuyorlar. Halbuki, Suriye meselesinin çözümü için oralara gitmeye gerek yok. Çözüm Hatay’da… (…)Mermi bile sıkmadan Hatay’ı alan Mustafa Kemal dehasından nasibini almamışsın… Bari, Hatay’dan ibret al.”

Hataylıların siyaseti bilmediği zehabından hareketle onlara siyaset dersi vermeye yeltendi. Yeri miydi, değil miydi, artık onun için bir önemi yoktu. İnsan düşünmeden edemiyor, Hatay’a ve Hataylılara dair insan eksenli bu kadar övgüden, bu kadar methi senadan sonra onların birleştirici, hoşgörülü hallerini ifade etmesine rağmen, uzaklaştırıcı, ayrıştırıcı ve ideolojik cümleler nasıl kurabiliyor? Bu İl’in insanı tarafından, “Sen bizi övme arkadaş! Musevi’siyle, Hristiyan’ıyla, Müslüman olarak Sünni’siyle, Alevi’siyle ve Ermeni’siyle kardeşçe barış içerisinde yaşayan bu güzide halkın kendi ilini inkâr eden birinin övgüsüne ihtiyacı yoktur. Siyasi görüşleri ayrı da olsa, hükümetlerine, bu İl’i istismar ederek, bu İl üzerinden çakamazsınız! İflas etmiş ideolojinizi ve siyasetinizi bu İl üzerinden tezgâhlayamazsınız!” diye haykırası geliyor.

Daha dün denebilecek bir tarihte, Gezi olaylarında kendi yandaşları, onu “hain”, “satılmış kalem”, “yavşak” ilan ederek güvensizliklerini belirtmediler mi? İzinden döner dönmez de ilk iş olarak sitem dolu bir yazı kaleme almadı mı? “İzahat vermek... Bunca sene yazdıklarımız ortadayken, izahata mecbur kalmak bile utanç verici ama...” demedi mi? Vaziyet bu haldeyken Hatay’a ve Hataylılara ders vermek, bunun üzerinden Hükümete çakmak çok ahlaki durmuyor.

Bütün bunlara rağmen Hataylılar istedikleri kadar, “insanların dini, mezhebi, inancı, düşüncesi ne olursa olsun” diye başlasınlar söze, istedikleri kadar bunu içten, yürekten, en samimi duygularla ve karşılıksız olarak haykırmış olsunlar, işte birisi kalkıyor, ulusal yazar sıfatıyla bu memlekete geliyor ve bütün bu güzellikleri siyasetine alet edeceği bir köşe yazısı ile tersyüz etmeye çalışıyor!

Kendi memleketine sahip çıkmayan birinin, İlimizi takdir etmesini beklemiyoruz, istemiyoruz da. Esasen Hatay’ı neden takdir ettiğini, gündemi ve olayları takip eden herkes çok iyi biliyor ve niyeti fark ediyor. Bir iki yaldızlı cümleyle gerçeklerin üzeri örtülemez. Hele ki, işin içinde bu milletin ortak değerini istismar varsa. Siz matbuat dünyasını iyi bilirsiniz, çünkü siz aydın, münevver kimselersiniz

değerli Hataylılar. Size bu İl’i armağan eden bir büyüğümüze, içinizden biri, teşekkür babından bir kitap yazsa, o kitabı teşekkür kabilinden onun namına halka hediye etmez mi? Yahut da en azından maliyetine dağıtmaz mı? Piyasada en fazla 40-50 lira edebilecek bir kitabı, 2.500 Liraya sattıktan sonra kalkıp bu millete, Mustafa Kemal dehasından nasibini almamaktan dem vuracak son kişi o olsa gerektir. Hatay üzerinden Mustafa Kemal edebiyatı yapmanın ne manaya geldiği, sanırım anlaşılmıştır.

Hülasa şunu ifade edebiliriz: En iyisi, zati alileri gidip, kendi İl’leri olan Mardin’e övgüler dizsin. Haddi zatında Mardin de en az Hatay kadar övgüye layık bir İl’imizdir. Ancak edip etmeyeceğini tabii ki kendileri bilir ve bunun takdirini de şüphesiz Mardin halkı yapacaktır.

Bizim ona son sözümüz ise, “Gölge yapma başka ihsan istemez!” demektir.



Hatay’ı Anlamak ve Anlatmak Meziyet İster!(I)

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 4 yıl, 20 saat önce / 26.03.2020 07:51:43 | Görüntüleme : 3202
10 Mart 2020 tarihinde Sözcü gazetesinde Yılmaz Özdil, Hatay’la ilgili bir yazı kaleme almıştı.

 Güzellemelerle dolu, methi senalar içeren bir yazı. Bir Hataylı olarak ilimiz hakkında olumluluk taşıyan intibalar ve değerlendirmeler tabii ki hoşumuza gider. Ancak sunduğu bilgilerin büyük bir kısmı yanlış olduğu gibi, tarihi vakıalara ve dini referanslara da aykırılık barındırmaktadır. Hani bir söz vardır; Koca Ragıp Paşa’ya atfedilen bir söz: ''Şecaat arz ederken merdi Kıpti sirkatin söyler" Kıpti, mertliğiyle, yiğitliğiyle, övünmek isterken hırsızlığını öne çıkarması gibi bir şey.

Bizim Y. Özdil’e dil uzatmak gibi bir niyetimiz yok, ancak şunu ifade edebiliriz: bir yerle ilgili ve de özellikle o yerin inanışlarıyla harmanlanmış tarihiyle ilgili bir bilgi verilmeye kalkışılacaksa en azından o yerle ilgili yazılmış sahih kaynaklardan bir ikisine başvurulmalı değil mi? Yazıdan yer yer kesitler vererek onun üzerinde düşüneceğiz:

“Anadolu topraklarındaki ilk cami, Habib-i Neccar’ın avlusundayım. 1400 yıl öncesini seyrediyorum. Aslında pagan tapınağı. Sonra kilise olmuş. En son cami…”

Bu yazılanların hakikatle uzaktan yakından hiçbir alakası yok. Orası paganlıktan kiliseye, kiliseden de camiye tahvil olmamıştır. Kaldı ki, “Antakya’da o devirden kalan ve fonksiyon değiştirerek varlığını sürdüren hiçbir yapı yoktur. Cami yerinin çok eski tarihlerde tapınak, sonra kilise yeri olması ve daha sonraları aynı yerlere cami yapılmış olması mümkündür. Ama bu şehirde ne Memluk, ne de Osmanlı döneminde herhangi bir Hristiyan tapınağı kiliseye çevrilmediği gibi, günümüzdeki cami de kiliseden dönüştürülmüş bir yapı değildir.” (Mehmet Tekin, Habib Neccar ve Antakya, 2.bs. Hatay: Color Ofset, 2011, s.88)

Devam ediyoruz yazdıklarını okumaya; “Habib-i Neccar… ‘Sevgili marangoz’ demek…. O marangoz aslında hıristiyan. Antakya’da hıristiyanlığa inanan ilk kişi. İslamiyet’in ikinci halifesi Hz. Ömer’in komutanlarından Ebu Ubeyde bin Cerrah, tee 636 yılında Antakya’yı fethediyor, bu camiyi inşa ediyor ve tek tanrılı dine inanan ilk kişinin adını veriyor.

Habib-i Neccar… ‘Sevgili Marangoz’ demek değildir. Burada ‘Marangozun Habibi’ anlamında Osmanlıca bir tamlama söz konusudur. Oysa ‘Sevgili Marangoz’ olabilmesi için ‘Habib Neccar’ olması gerekirdi. Diğer taraftan Habib Neccar, Hristiyanlığa değil, Hz. İsa’nın getirdiği Tevhid dinine inanan kişidir. Çünkü Hristiyanlık ve teorisi, Havari bile olmayan Pavlos’la başlayan inancın adı olmuştur. Eğer Hz. İsa’ya izafe edilecekse, bu durumda Hz. İsa, kime izafe edilecektir? Yani ona da Hristiyan mı diyeceğiz? Tıpkı Hz. Muhammed’e getirdiği dine izafeten Muhammed değil de Müslüman (İslam) denildiği gibi.

“(…) Ver elini Samandağ… Hazreti Hızır Türbesi’ndeyim…” Bu bilgi verilirken keşke bir rehbere danışılsaydı. Biz defalarca anlattık ve yazdık. Samandağ’da sözü edilen mekân, türbe değildir. Orası Hz. Hızır’ın Türbesi değildir. Orada Hz. Hızır mı yatmaktadır ki oraya türbe deniliyor? Orası makamdır. Hz. Musa ile Hz Hızır’ın buluştukları yer bağlamında bir mevki/makam olmaktadır. Hepsi bu kadar.

Böylece, ta nerelerden, zahmet edip gelen ve İlimizle ilgili bizleri bilgilendiren Yılmaz Özdil’e teşekkür mü etmeliyiz, yoksa ilimizle ilgili sahih olmayan bilgilerini tashih ettiğimiz için, o mu bize teşekkür etmelidir? Tabii ki takdir onundur. Biz verdiği bilgileri bir kenara koyarak konukseverliğimizi yapalım. Zaten konukseverliğimiz, onun dilinden bile anlatıldığı için bu konuda zorlanmayacağız demektir.



İNSANLIĞIN KORONA İLE İMTİHANI!

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 4 yıl, 1 hafta önce / 18.03.2020 13:56:42 | Görüntüleme : 2920
Endişeli, stresli günler yaşıyoruz toplum olarak. Neredeyse umudumuzu kaybetmekle karşı karşıyayız.

 Nasıl oldu da birden bire böylesine can sıkıcı bir ortamda kendimizi bulduk? Hiç beklemiyorduk değil mi? Her şey yolunda giderken, önümüze arkamıza bakmadan hayatımızı keyfimizce sürdürürken her şey güzeldi, işimiz de tıkırındaydı, gerisine bakmaya ne gerek vardı! Hiç düşünmedik, aklımızdan bile geçirmedik, gerek de duymadık; komşumuzun derdi varmış, hastaymış, açmış tokmuş bizi hiç ırgalamadı, ırgalamıyordu. Düzenimizin böyle sürgit devam edeceğini sandık. Ancak, yanıldık ki nasıl! Altı üstü bir virüs, ne çıkar bundan! Hani pozitivizmin zirve yaptığı bir halle övünüyorduk. Hani bilimle her şeyi çözebiliyorduk. Hani uzay çağında yaşıyorduk diye diye burnumuz Kaf dağından aşağı inmiyordu. Nemrud’u da yıkan küçücük bir sinek değil miydi be hey şaşkın insanoğlu?

Dünyayı kemirmekten keyif alan Emperyal Güçler, Firavun'un tüm özelliklerini taşıyan kan emici vampirler, bütün zorbalığınıza rağmen yaşanan mini minnacık bir musibet karşısında elleriniz ayaklarınız birbirine dolaştı. Nutkunuz tutuldu. Sesiniz soluğunuz kesildi. Ne oldu size böyle? Asıp kesiyordunuz, sesiniz evrenin öbür ucundan duyuluyordu? Yaslandığınız güçlerin acizliği içinde debelenmeye başladınız!

Bu hal nedir biliyor musunun değerli okuyucular? Sanki kıyamet ve hesap günü yaşanıyordu. Ufacık bir bela karşısında insanlar birbirini unuttu ve herkes kendi derdine düştü. Bakın İtalya, Korona belası karşısında en güvendiği, sırtını yasladığı Avrupa Birliği'nden istimdat ederek yardım istedi. İstedi de ne oldu? Avcunu yaladı. Vermediler, oralı bile olmadılar. Almanya, Fransa, solunum cihazı bir yana, maske bile vermedi... Hani ortaklardı! Dostluk, müttefiklik, ortaklık... Hepsi hak getire, hepsi lafta. Bunlar dara düşmeye görsün, çocuklarını bile yerler. Ufacık bir virüs, nereden neşet etmiş olursa olsun, orası hiç mühim değil, mühim olan dünyanın aldığı şekil, Avrupa’nın/Batı’nın dehşetengiz telaşı ve bu haldeki en yakınına karşı bile bencilliği… Maskeleri düştü. Hani diyordu ya Mehmet Akif:

"Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz...

Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz."

Peki, anlı şanlı ABD ne yaptı? Tabii ki, ondan da yardım istediler, ancak o da vermedi. Oralı bile olmadı. Kim koştu yardımına? İtalya'da çalışan ucuz maliyetli on binlerce işçisi olan Çin koştu yardımına; doktorlarla, hemşirelerle ve mühimmat olarak solunum cihazları ile... Her şey normal ve yolunda giderse kendisini "süper güç" zanneden G8 üyesi İtalya, acizliğin umutsuz yüzüyle şu an çırpınmakta... (Yılmaz Özdil, 17 Mart 2020, 'İtalya' başlıklı yazısından)

Zalimlerin dünyasında yaşayan insanlığa reva görülen zulümler üzerine biraz tefekkür, varoluş hikmetine azıcık bir nazar, olup bitenleri yorumlamak çok zor olmasa gerektir. Bu pencereden baktığımızda belki de sahile vuran onlarca çocuk ve yüzlerce masumum cesedinin bedelidir bu yaşananlar, bu olup bitenler... “Rabbim, İçimizdeki düşüncesizler yüzünden bizleri helak eder misin?” (A’raf: 155) Karunların, Firavunların ve dahi Nemrutların zulümlerinin karşılıksız kalacağını zannedenler ve onların şaşaalı, göz alıcı sahte güçlerine kapılan zavallı insanlar, zulme karşı duyarsız olmalarının ibretlik sonuçlarından birisidir sadece bu minnacık virüs.

Ne oldu gücünüze,Ne oldu tumturaklı sözlerinize ve eylemlerinize, Ne oldu Tanrıyı yok sayan,  görmezlikten gelen müstağni halinize, Ne oldu sizi uçuracak zannettiğiniz biliminize?

İnsana, hayata sıkıntı vermekten başka marifeti olmayan mütekebbir Batı'nın bu halini Nietzsche'den daha iyi anlatan kim olabilir?

Nietzsche, Modern (çağdaş) insanın, evrensel sürecin piramidi üzerinde azametle ve mağrur bir şekilde durduğunu, bilgisinin kilit taşını da üstüne koyarak ve her yönden kendisine boyun eğen doğaya karşı, kibirli bir şekilde çıkıştığını ifade etmektedir. Kendisinin ereğine vardığını ve onun erek olduğunu, sonuna ermiş yetkin yaratık olduğunu, bu yüzden de tümüyle doğa olduğunu dile getirerek eleştirir. 19. yüzyılın Avrupa’sını ve Avrupalı’sını mağrurlukla ve burnunun büyük olmasıyla itham eder. Üstenci tavrıyla çok gürültü ettiğinden söz eder. Kibirli olmanın aldanışıyla, bilgisinin doğayı kuşatamayacağını, kendi doğasını kendisinin öldürdüğünü, mevcut bilgiyle bir şeyler yapabileceği, göğe de yükselebileceği ancak bütün bunlara rağmen kaosa düşmekten kurtulamayacağını, yaşamak için de örümcek ağlarından başka hiçbir dayanağının kalmadığını, onları da bilgisinin yaptığı her yeni atılımın o örümcek ağlarını da parça parça etmekte olduğu konusunda önemli uyarılarda bulunur. (Nizameddin Duran, Nietzsche üzerine Yüksek Lisans Tezinden)

Yaşanan evrende tüm olumsuzluklara, işlenen cinayetlere uygulanan zulümlere sessiz kalanları, kendilerini asude bir hayatın beklediğini sanıyorlarsa yanıldıklarını başlarına gelecek çok acı tecrübelerle anlayacaklardır, ama o zaman çok geç kalınacaktır. Oysa ilahi uyarı çok erkenden olmaktadır, ibret alanlar için: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize erişir). Bilin ki Allah’ın azabı çetindir.” (Enfal:25)

Allah’ın adaleti ve takdiri karşısında Korona ne ki, ister bilinçli çıkmış/çıkarılmış olsun, ister bilinçsiz, her şeyi bir ölçü üzerine yaradan Allah’ın her takdirinde nice hikmetlerin olduğu unutulmamalıdır. Önemli olan bizim ne yapıp ettiğimizdir.