......

SPOR HABERLERİ

PİYASALAR

altın fiyatları

Online Ziyaretçi

Günlük: 83
Haftalık: 849
Aylık: 4975
Toplam: 384060

“Susma, sustukça sıra sana gelecek!” (I)

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 2 yıl, 7 ay önce / 28.06.2021 15:40:12 | Görüntüleme : 2027

Bu sözü çok işitmişsinizdir. Dillere pelesenk olmuş bir söz. Ne anlatır size, ne mesaj verir, heyecanla ağızlardan fışkıran bu söz, bu slogan?

Düşünmezseniz ve oluşturulmaya çalışılan algının etkisindeyseniz, sözün sihrine kapılmanız içten bile değil! Biraz teyakkuz, biraz teenniyle davrandığınızda, ancak sözün eylemle, uygulamayla uyum içerisinde olup olmadığını anlamaya yardımcı olması kabilinden olay ve olguların, zihninizden bir bir aktığını görürsünüz… Bu slogana bir yandan baktığınızda, derinliğini içinde barındıran anlamlı bir söz olarak zihninizde canlanırken, diğer yandan taşıdığı anlamı, sorumluluğu ve yükü, asla ifade etmeyen; salt şova dönük, tribünlere oynayan gayri samimi bir gerçeklikle karşınıza çıkar. Böylece bu sloganı kullanan kişi ve gruplar, aslında bu sloganla kendi kimliklerini ibraz ederler, ama farkında olarak, ama olmayarak. Yaşanmışlıkların, samimiyete veya samimiyetsizliğe ayna tuttuğunu, iradeyi ve muhakemeyi elden bırakmayan her bir tefekkür sahibi, görür ve idrak eder. Sonuçta, hiç kimse gerçek şahsiyetin, perdesiz olarak görülmesinden kaçamaz!

Nice olaylar yaşanmıştır bu memlekette, yaşananlar karşısında bu sloganın nasıl istismar edildiğini de gördük maalesef. Hakkaniyetten uzak bir yaklaşımla ve insaf ölçülerini çiğneyerek ideolojiye alet edildiğine şahit olduk. Beyni, zihni ve ruhu ipotek edilmiş şarlatanların, kendi hali pürmelallerine bakmadan hep başkalarını, faşizanlıkla, totaliterlik yanlısı olmakla, tek adamlılıkla itham ederek, suçlayarak meziyet ve haklılık aramaya kalkışmışlardır. Oysa Camaziyelevvelleri karanlık olanların aydınlıktan söz etmeleri hiç de inandırıcı olmamaktadır. Esasen, hak ve hukuk karşısında suspus olanların seslerini yükseltmeleri, ancak efendilerinin müsaade ettikleri ve izin verdikleri kadar ve belirledikleri konularda olabileceği de ayrı bir bahis. Daha dün denebilecek bir zaman diliminde, kendilerine Taksim Dayanışma Platformu adını veren teşekkül, ülkenin menfaatleri için dayanışma içinde olmadıkları, aksine müstevlilerin çıkarlarından yana oldukları görülmüştür. Öyle ki, işgalci kuvvetlerin müzakere zabitleri gibi muhtıra üzerine muhtıra yağdırdıklarını unutmadık:

–Üçüncü köprü yapılmayacak, –Üçüncü havalimanı yapılmayacak, –Kanal İstanbul projesinden vazgeçilecek, –AKM yıkılmayacak, – HES’ler yapılmayacak, –Taksim için referandum yapılmayacak, –Gözaltına alınanlar serbest bırakılacak, –Gaz bombası ve benzeri materyaller kullanılmayacak,

–Sorumlu tutulan İstanbul, Ankara, Hatay Vali ve Emniyet Müdürleri başta olmak üzere tüm yetkililer görevden alınacak…

Sanırsınız ki Türkiye, müstemleke gücü tarafından işgal edilmiş ve mütarekeye oturulmuş da bu şartlar ileri sürülüyor. Ülkenin de başka çaresi kalmamış!.. Size “Sevr”i hatırlatmadı mı bu durum! O zaman bir madde daha ekleyin ve deyin ki: “Taksim Dayanışma Formu, lüzumu halinde ve stratejik gördüğü yerlerde, taş üstüne taş bırakmamacasına, gösteri başlatabilecek, buna da kimse karışmayacak!.. Aksi takdirde…”

Hak hukuk bilmezlerin susmaları konuşmalarından daha hayırlı değil mi? Suriye’de, Mısır’da, Myanmar’da, Doğu Türkistan'da Uygur Türklerine ve Dünyanın dört bir tarafındaki mazlumlara zulüm uygulanırken ve yüzlerce, binlerce insan, tiranlar tarafından katledilirken… 28 Şubat darbesinde insanlar inançlarından dolayı işinden gücünden ve eğitim hakkından mahrum bırakılırken… Okuma hakları ellerinden alınan başörtülü kızlarımıza Suudi Arabistan adres gösterilirken… Andıçlarla, yazarlar gazetelerinden atılırken, BÇG (Batı Çalışma Grubu) ile insanlar fişlenirken… İkna odalarında envaı çeşit maskaralıklar sergilenip memleket çocukları taciz edilirken… 12 Eylülde “Bir sağdan bir soldan” denilerek gencecik insanlar asılırken… Bu ülkede Bakanlar, Başbakanlar asılırken… Cumhurbaşkanı öldürülürken… Faili meçhul cinayetlerin ardı arkası kesilmezken... PKK terörü, memleketi kasıp kavururken… 27 Nisan 2007’de e-muhtıra verilirken, dilleri lal olup hiç konuşmayanların, bu sloganı ağızlarına almaya hakları var mıdır?

Bitmedi… Bu milletin iradesine darbe indiren o lanet olası 28 Şubat sürecinde, dindar insanlara ve onların seçtiği Başbakan Necmettin Erbakan’a yapılan insanlık dışı muameleler… Genelkurmay Başkanlığı ziyaretinde, tasması başkasının elinde olan ve Türk subayı demeye bin şahit lazım olan o aşağılıkların, bu milletin Başbakanı Erbakan’a atılan ve neredeyse yüzüstü kapaklanmasına ramak kalmış olaya sebep olan hainlerin omuz darbesi… Namusunu pazarlama tecrübesiyle meşbu olsa gerektir ki, ülkenin Başbakanına “pezevenk” deme zilletini gösteren aşağılık mahluk… Bu ülkenin en cefakâr evladından biri olan Salih Mirzabeyoğlu’na insanlık dışı muameleler yapılırken, hapishanede jandarma tarafından öldüresiye dövülmesine infial gösterilmesi gerekirken, aksine kan revan içinde kalan yüzü için, tıraş olurken yüzünün kesildiğini söyleyebilecek kadar çukurlaşanlar… Halkın seçtiği insanlara karşı, hem de milletin meclisinde, fiziki titrekliğin çok ötesinde insani, fikri ve siyasi titreklikle, "Bu kadına haddini bildirin!" diyerek, halkın tercihini saygısızca aşağılayan hasta ruhlular… Güya yasalar çerçevesinde hareket edildiği izlenimini vermek maksadıyla çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname ucubesi ile bir gecede, 40 bin memuru işinden gücünden ederek, çoluk çocuğunun mağduriyetini umursamadan, merhametsizce ve adaletsizce perişan etmeye yönelik girişimler… Bütün bu şenaatlerin sayım dökümü yapılsa sayfalar sığmaz. Bahai’nin sözü buraya ne de yakışır:

“Bize mülhid diyenin kendinde iman olsa/ Dahleden dinimize bari Müselman olsa!”

(Bize sapkın diyenin kendisinde iman olsa; Dinimize karışan bari Müslüman olsa!)



“Vakıf Eserlerini Yaşatıyoruz”(!)

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 2 yıl, 7 ay önce / 24.06.2021 15:25:21 | Görüntüleme : 2032

Hatay Mehmet Şah Vakıf İşhanı’nın Yeşil Alana dönüştürülmesi/Şehir Meydanı olması projesi ve Vakıflar İdaresi!

 

Muttali olduğumuzdan beri zihnimizi meşgul eden bir konuydu, Vakıf İşhanı’ının yeşil alana/şehir meydanına çevrilmesi. Edinilen bilgiye göre Valilik, Büyükşehir ve Antakya Belediyelerinin ortaklaşa gerçekleştireceği ifade edilen proje.

Ancak, bir projenin usule uygun, bu milletin tarihten gelen değerlerine dikkat edilerek yapılması da beklenir. Hele ki bu yerin Vakıflara ait bir yer olduğu düşünülürse, bu dikkatin hem dünyevi hem de uhrevi mesuliyeti taşıdığı da kesindir. (N. Duran, “Şahit ol ya Rab!” ve “Vakıf Ruhuna Vakıf Olmak!”) yazılarımızda, konunun neden olmazlığını uzun uzadıya anlattık. Vakıf ruhuna muttali olmayanlar, günübirlik bir başarı için maalesef yollarına devam konusundaki ısrarlılarını anladık, iyi de kendilerine emanet edilen vakıf mallarını, korumakla yükümlü ve sorumlu olan Vakıf yetkililerinin neden sesi çıkmaz ve bu konuda neden kamuoyunu aydınlatmaz?! İdarecilerin kendi kurumlarını ilgilendiren çok önemli bir hadisede, bilgi vermiyor olmalarının altında neyin yattığı, kamuoyu tarafından merak edilmediği mi sanılıyor?

Onlara sesleniyorum: Siz de susmakla uhrevi mesuliyetten kurtulacağınızı zannetmeyin! Aslında uhrevi mesuliyetten önce, görevinizi yapmadığınız için suç işlediğinizin farkında mısınız? Önceki yazılarda demiştik ki; “Ve siz ey Vakıf yetkilileri, vakfın sahibi, bu yeri satasınız diye mi vakfetmiş? Vakıf senedinde bunlar mı yazılı? Alınan göstermelik parayla Şah Vakıf İşhanı’nın vakıflara akar sağlamak bağlamında isminin tarihten silineceğini bilmiyor musunuz?! Bu duyarsızlık, Vakıf anlayışına darbe vurmak ve onu sekteye uğratmak anlamına gelmez mi?”

Haydi yetkililer vakıf mevzuatını bilmiyorlar, Başkanın da bu konunun uzağında olduğunu gösteren “tamam, vakfın bedduası var, şudur budur, ama vakıflar hayır kuruluşlarıdır, yani. O zaman memlekete hayır yapacaksınız…” sözünü ve bilgi eksikliğini düzeltme gereğini duymanız geremez miydi? Bu mudur sizin idarecilik anlayışınız? Sizin kurumuzla ilgili işleyişi başkaları mı düzenleyecek? Bu konuda önüne gelen konuşuyor; sözüm ona sivil toplum örgütleri, gazetecisi yöneticisi… herkes, ama siz hariç! Herkes size ayar veriyor, malınız üzerinde fikir beyan ediyor, ancak siz hariç! Kurumuzun haklarını savunamıyorsanız, vakıf malları üzerindeki tasarrufun nasıl olması gerektiği konusunda yetkilileri bilgilendirmiyorsanız, sahi o koltukta neden oturuyorsunuz? Sizden beklenen görevinizi yapmanızdır. Siz görevinizi yapın ki en azından sorumluluktan azade olasınız! Peki, yaptınız mı? Bakın, bu konunun bir benzerini İl Kültür ve Turizm Müdürü olduğumuz dönemde, yaşadığımız sayısız örnekler içinden size sadece bir örnek vereceğim:

Dönemin Valisinin gözetiminde/koordinesinde, İlimizle ilgili konuları görüşmek üzere bütün İl Müdürleri ve ilgili yetkililer, Valiliğimizde toplanmıştık. Konular ciddiyetle görüşülürken Sayın Valimize bir telefon geldi. Telefonda söylenene karşılık, Sn. Valimiz, “Allah Allah! Nasıl müsaade edilmez, kamunun yararına bir yol açılacak! Müdür bey burada, bir soralım: “Müdür Bey sizin elemanlarınız yolun açılması ile ilgili olarak neden izin vermiyorlar? Bir de rapor tutmuşlar.” Sayın Valim olaydan haberim yok, kim tutmuş, nereyle ilgi rapor tutulmuş? Dedim. Aslında tahmin etmiştim, duyduğum bazı kelimelerden yola çıkarak yeri ve durumu. Valimiz: “Küçük Dalyan’da, Asi kenarında, İskenderun’a giden yolun açılması” dedi. Dedim ki; “Sn. Valim, benim personelim doğrusunu yapmış, görevlerini yerine getirmişler. Yapmasalardı ilgililer hakkında soruşturma açardım.” Sn. Valimiz; “Müdür Bey, kamunun yararına yol açılacak, neden engelleniyor?” Deyince, şu açıklamayı yaptım: Sizi bilgilendirmek bizim görevimiz, orası sit alanı olduğu için değil oraya yol açmak, çivi bile çakamayız. Ancak bununla ilgili proje hazırlanır, bize tevdi edilir, hazırlanan bilgilerle birlikte bunu koruma kuruluna göndeririz. Ve sonucu bekleriz. Durum bu, Sn Valim, ancak bilgilendirme aşamasından sonra, mülki amirimiz olarak tabii ki takdir sizindir efendim. Verirsiniz

emri, yaparlar. Ancak sit alanı ile ilgili kanunlar kesin ve acımasızdır.” Arz ederim, deyince. Valimiz telefondakine, “sonra görüşürüz” dedi ve bizlere teşekkür etti.

Evet, Sayın Vakıf yetkilileri, şayet orası bizim şahsi mülkiyetimiz olsaydı, kendi hukukumuzu arama ve koruma noktasında bu kadar duyarsız olabilir miydik? Bu duruma göre, Vakıf malları üzerinde yapılmak istenen uygunsuz tasarruf hakkında sus pus olmamız nasıl açıklanabilir?

Kaldı ki, Eski garaj yeri ile takasa yanaşmadığı belirtilen Belediye Başkanı Sn. Lütfi Savaş, tok bir alıcı pozisyonunda ve bin bir nazla ve sanki Vakıf yetkilileri bu yer ellerinde patlamış ve elden çıkarmak için can atıyorlarmışçasına, ilgili yerin altının temiz olması gerektiğini, çünkü altına otopark yapacağını, aksi takdirde almayacağını açık açık ifade etmedi mi? Otopark yaparak bir iki yılda verdiği paranın fazlasını çıkaracağını o bilirken siz onun kadar olsun hesap bilmekten aciz misiniz?

Diğer taraftan “Vakıf, kişilerin hiçbir tesir altında kalmadan, kendi özgür iradeleriyle helal mallarını Allah rızası için veya kendilerine göre kutsal saydıkları bir gaye için, kendi mülkiyetlerinden çıkararak bir amaca tahsis etmeleridir” Şeklinde vakfedilen bir malın mahiyetini değiştirmek yasal mıdır, vicdan mıdır, adalet midir ve hepsinden daha önemlisi ahlaki midir?

Vakfiyeler doğrultusunda Vakıf malını korumak sizin göreviniz değilse, kimin görevidir? Siz bu yanlışı düzeltmek için ne yaptınız? Esas görev ve sorumluluğunuz bu değil mi?

Son olarak; Antakya’nın göbeğinde olan Vakıf İşhanı’nın şantiyesinde, samimiyetsizliğin belgesi olarak branda üzerine; “Vakıf Eserlerini Yaşatıyoruz”, diye yazılan yazıdır! Güldürmeyin insanları kendinize! Siz Vakıf malını böyle mi yaşatıyorsunuz? Malınızın, nahak yere gasp edilmeye çalışılmasına göz yumarak mı?! Sesinizi çıkarmayarak mı bunu yapacaksınız?

Bakın! Ya yazının gereğini yapın yahut da o yazıyı oradan indirin!

Umarım, sizi de yüceltecek olan bu haklı sesi ve feryadı duyarsınız!



Ahmet Yetişen, M. Şah Vakıf İşhanı ve Lütfü Savaş’ın Gafları! (II)

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 2 yıl, 7 ay önce / 21.06.2021 12:30:30 | Görüntüleme : 2308
Ahmet Yetişen, M. Şah Vakıf İşhanı
ve Lütfü Savaş’ın Gafları! (II)

Sn. Ahmet Yetişen’in, Sn. Lütfi Savaş’a karşı bu tavrının sebebi ne ola ki?

 

Geçen yazımızda, Sayın Ahmet Yetişen’in Büyükşehir Belediye Başkanımız Sn. Lütfi Savaş’ın gaflarını konu alan yazısı üzerine giriş yapmıştık. Bu yazımızda da Yetişen’in bu konudaki rahatsızlığının arka planını anlamaya çalışacağız.

Sn. Yetişen’in, Vakıf malına teaddi gibi çok önemli bir konuda tepkisiz kalıp da burada feryat etmesinin sebebinin anlaşılamadığını belirtmek isterim. Şimdi söz konusu etmeye çalıştığımız meseleye bakalım. Olanı biteni irdelersek belki mevzu daha iyi anlaşılır.

2018 seçimlerinde aday adayı olup da sıralamaya giremeyen Yetişen’in, sıraya girememesinin sebebini ve arka planını duayen bir gazeteci olarak araştırması ve öğrenmesi gerekirken, bunu yapmıyor da adeta kendisini sıralamaya koymayanlara yaranma içgüdüsüyle Başkan Şavaş’a saldırdığı görülmektedir. Ve bu durumun Stockholm Sendromunu çağrıştırdığı söylense kim ne diyebilir?

Sn.Yetişen, Başkanla ilgili olarak ne demiştir?

“Bir programa katılan HBB Başkanı Lütfü Savaş, program yapımcısı Haşim Ertürk’ün sormuş olduğu, büyükşehirdeki kadrolarında CHP li lere yer vermemesinin tabanda tepki topluyor sözlerine karşılık, getirin bana yetişmiş CHP’li kadroya alayım diyerek adeta kendisini bu makama getiren seçmenlerle alay etmiştir, Haşim Ertürk bu cevaba müdahale ederek Türkiye’deki en iyi yetişmiş kadroları CHP’de başkanım deyince, Lütfü Savaş adeta başkanı olduğu partiyle dalga geçer gibi söylemlerde bulunmaya devam etti…”

Bu eleştirel iddialar, iki yönden ele alınmayı gerekli kılmaktadır:

Birincisi, beğenirsiniz beğenmezsiniz, şahsına münhasır bir idarecilik anlayışı vardır ve elinden geldiği kadar kendi iline hizmet etmek istemektedir. Halkın teveccühü de bu yönde olmuştur ki, ikinci kez girdiği seçim için Yetişen, “seçimleri büyük farkla kazandı” demiştir. Bu başarıya sevinmesi gerekirken de, her ne hikmetse “bu ikinci seçim zaferi ne yazık ki Lütfü Savaş ve etrafındakilerde güç zehirlenmesi yaşanmasına sebep oldu” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Ve daha vahimi, iddiasını güçlendirmek maksadıyla “AKP belediye başkanıyken de seni o makama getirenlere karşı tavırlarını iyi biliyorum. Son derece yetişmiş bu işlerin uzmanı olan aile fertlerinle birlikte, Büyükşehir’i aile şirketi gibi yönetmeye devam edin. CHP ailesi senden özür bekliyor başkan... Ha diyorsan ki CHP olmazsa başka partiye giderim o da senin bileceğin iş, nasıl olsa parti değiştirmelere alışmışsın” demiştir. Oysa Yetişen’in bu cümleleri, ilzam etmeye çalıştığı Başkan’dan önce, Milliyetçilikten Sosyal Demokratlığa savrulan Haşim Ertürk’e yöneltmesi gerekmez miydi? Gerekmez; çünkü hedefi Başkandı! Eğer Başkan o cümleleri kurmamış olsaydı, ne güç zehirlenmesinden söz edilecekti ne de aile şirketinden…

Sn. Yetişen’in açıklamaları üzerinde durmayı da zait görüyorum doğrusu. Mademki Başkan’ın Cemaziyelevvel’i biliniyor, o zaman ne diye kabul edildi? Burada sorgulanması gereken değiştiren mi, yoksa bile bile lades diyerek kabul eden mi? Yoksa her ikisi de mi?

İkincisi, “getirin bana yetişmiş CHP’li kadroya alayım” diyen Başkan haksızsa, Sn. Yetişen’in bir türlü vekil sıralamasına alınmayışını, bu mantığa göre izah etmesi gerekir. Yok, eğer Başkan haklıysa, evet, demek ki, görevi yürütecek yetişmiş kişinin olmadığını göstermektedir. Bu durumda Başkan’a söylenecek bir şey kalmamış oluyor.

Diğer yandan, sırf Başkan’a yüklenebilme adına doğru-yanlış her fırsat kaçırılmak istenmemektedir. Ne ki, Yetişen, bir yıl öncesine giderek, hukukun sonuçlandırıp sonuçlandırmadığı bilinmeyen bir konudan hareketle Başkan Lütfi Savaş’a yüklenmesi de calibi dikkattir!

“Geçtiğimiz yıl içerisinde önce HATSU genel müdürü Mehmet Çaparali yanında çalışan bir müdürü hakkında sarf ettiği iddia edilen ayrımcı söz yüzünden aylarca Antakya da çok büyük tepkiler gösterildi bu tepkilere ve baskılara dayanamayan Lütfü Savaş, Mehmet Çaparali’yi emekliye ayırmak zorunda kaldı.”

Sn. Yetişen, hukuka intikal etmiş bir meseleyi diline doluyor. Sormazlar mı, bu konuyla ilgili olarak kim iddia etmiş, delili nedir? İddia, sahibi tarafından hukuka intikal ettirilmesi gerekmez miydi? Ettirilmediyse neden ettirilmedi? Üzerinde tepinmek için mi? Hukuken sübut bulmayan bir konu üzerinde polemik yapmak ahlaki midir?

Gelelim siyaset arenasındaki gel gitlere… Daha dün denecek bir zaman diliminde, Ak Parti’de Akademisyen-Yazar aynı zamanda Ovanın temsilcisi olması hesabıyla Hüseyin Yayman’a karşılık CHP, yine Ovada karşılığı olan Hatay Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ahmet Yetişen’i getirerek oyları dengelemek istiyor. Yazı şu cümleyle noktalanıyor: “Siyasi hesaplara kurban gitmezse Ahmet Yetişen CHP için bir taşla

çok kuş vurma karşılığını getirebilir” deniliyor. (24 Mart 2015- https://www.hatayvatan.com/yaymana-karsilik-ahmet-yetisen.html)

Peki, sonuç? 24 Haziran 2018 milletvekili seçimleri için YSK'ya teslim edilen listede Ahmet Yetişen yok! Neden olmadığını hiç düşündü mü Sayın Yetişen? Söylendiği gibi yoksa siyasi hesaplara kurban mı gitti? Yahut da Başkan Lütfi Savaş’ın yetişmiş kadronun olmadığı iddiasını doğrulamakta mıdır? Aslına bakarsanız, Başkanı destekler mahiyette Hatay’a hizmet bağlamında biri hariç Hatay’ın milletvekillerinden hiçbirinin katkısının olmadığını ifade eden basın mensupları da vardır; ancak onlar da maalesef, sureti haktan görünüp konuyu mecrasından saptırma gayretlerine düştükleri görülmüştür:

Ferit Lif ve Çetin Cemali’nin 04.06.2021 tarihli Hatay Diken gazetesindeki yazılarında, “Hatay’a devlet hizmetlerinin ve yatırımlarının getirilmesi adına, Hatay’ın 11 milletvekili arasında sadece Hüseyin Yayman’ın bulunduğunu söylersek sanırım abartmış olmayız. Muhalefet partilerine mensup milletvekillerinden Hatay’a hizmet ve yatırım konusunda hiçbir şey beklemiyoruz. Çünkü Hatay’a yatırım yapma olanağı Cumhur ittifakına bağlı milletvekillerinin elinde bulunuyor…”

Her iki yazarın, Muhalefet milletvekillerinden Hatay’a hizmet ve yatırım konusunda neden hiçbir şey beklemedikleri yönündeki gerekçeleri ilginç! Bu olanağın Cumhur ittifakına bağlı milletvekillerinin elinde bulunmakla açıklama yoluna gidiyorlar. Bu da size, Nasreddin Hoca’nın “Biz senin gençliğini de biliriz!” deyişini, tebessümle hatırlatmıyor mu?

Olaylara ve gelişmelere objektif bir gözle bakan ve insafla, hak ve hukukla tahlil eden birinin, tamam, hizmet olanağı muhalefetin elinde değil, bunu anladık, iyi de Hatay’a hizmet bağlamında istedikleri hangi hizmet geri çevrilmiştir? Bu sözde mazeret kimi tatmin ediyor? Ayrıca hizmetin neden onların elinde olmadığını hiç sorguladık mı? Dahası kaç yıldan beri iktidar olamamış ve neden olamadığı yönündeki soruların sorulması gerekmez mi? Neredeyse hükümet etmeyi unutmuş bir partinin hükümet olsa ülkeyi nereye kadar taşıyabileceği düşünüldü mü? Amaç gerçeğe ulaşmak olsaydı, hemen akla gelirdi. Hele ki bir gazetecinin gözünden hiç kaçmazdı. Böyle olunca dostlar alışverişte görsün kabilinden konu, görüldüğü gibi kemkümle geçiştirilmiştir. Ancak gerçeklerin ne adına halının altına süpürüldüğü de calibi dikkattir! Aslında halının altına süpürdükleri kendilerinin güvenirlilikleri olduğunu bir bilseler!

Zararı yok, biz bir pencere açarak onlara yardımcı olmaya çalışalım. Biz bu zihniyetin (Parti kastetmiyorum) Cemaziyelevvel’ini biliriz, unutulacak kadar olmadı, dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Moğultay’ın "Size Kurban Bayramından önce maaş vermeyeceğim, hey emekli işçiler. Niye vermeyeceğim... Verirsem, bu maaşı götürür kurbana verirsiniz, kurban kesersiniz. Onun için, maaşını bayramdan sonra vereceğim" diyor, diyebiliyor.

(https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c061/b109/tbmm190611090346.pdf)

Bizce Başkan Savaş, Hatay’da CHP’nin görebileceği en büyük nimettir. İki dönem Belediye başkanlığını kazandıran adamdır Sn. Savaş. Ancak ve maalesef kıymetini bilmemeleri gayet tabiidir. Esasen hangi nimetin kıymetini bildiler ki? Tarihe bakın, hep halkı aşağılama ve tahkir sahnelerini göreceksiniz. “Derler ki, halka öfkelenmenin mimarı İsmet İnönü’dür. 14 Mayıs 1950 seçimlerini kaybedince, “Milli Şef” unvanıyla 1938’den beri oturduğu Çankaya Köşkü’nün penceresinden Ankara’ya doğru yumruk sallamış ve “Nankör millet!” diye bağırmıştır (bir gazeteye haber olmuş, tekzip de edilmemişti). (Yavuz Bahadıroğlu, 07 Şubat 2015-Yeni Akit)

Çalışarak ve proje geliştirerek Başkana destek çıkılacağına, paçasından çekiliyor olması, ne acı! Olan da Lütfi Savaş’a değil, Hatay’a ve Hatay halkına olmaktadır.

Sonuç: Bizim ümidimiz İlimizde, hak hukuk için her türlü yanlış uygulamalara karşı çıkan bir bilincin yeşermesidir. Zülfü yâre dokununca değil!.. Sn. Başkan’dan, Sn Yetişen’den, basın emekçilerimizden ve tüm kamuoyundan beklentimiz budur. Sakın ola ki, Vakıf malına, amacının dışında el uzatılmasına sessiz kalmayasınız, aksi takdirde Vakfın maneviyatı toplum olarak hepimizi tazip eder.

Sn. Yetişen’den, bu olan bitenin analizini yapmasını istirham ediyoruz. Basiretimizi bağlayan partizanlık belasından kurtulmak ve kişisel çıkarlarımızı aşmak ümidi ve dileğiyle…



Ahmet Yetişen, M. Şah Vakıf İşhanı

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 2 yıl, 8 ay önce / 17.06.2021 19:58:35 | Görüntüleme : 1822
Ahmet Yetişen, M. Şah Vakıf İşhanı
ve Lütfü Savaş’ın Gafları! (I)

Ahmet Yetişen kardeşimizin Beyaz Haber’de yayınlanan 09.06.2021 tarih ve “Bu Kaçıncı Gaf Lütfü Savaş” başlıklı yazısını okudum.

 Ahmet Yetişen, M. Şah Vakıf İşhanı

ve Lütfü Savaş’ın Gafları! (I)

Ahmet Yetişen kardeşimizin Beyaz Haber’de yayınlanan 09.06.2021 tarih ve “Bu Kaçıncı Gaf Lütfü Savaş” başlıklı yazısını okudum. Yazı baştan sona kadar olumsuzlamaya yönelik olarak kaleme alındığı fark ediliyor. Benim en çok merak ettiğim, Sayın Başkanımızın hata yaptığında değil de inandığı gerçekleri söylediğinde sesimizi yükseltmemizin altında hangi saiklerin yattığıdır. Tamam, belki görüşümüze aykırı olabilir söyledikleri, belki de biz bir yerlere “ben buradayım, beni görün!” anlamında bir mesaj gönderiyor da olabiliriz. Bu duruş ve tavır bizim hakkaniyetli olmamızı ortadan kaldırmak için makul ve geçerli sebep midir?

Bu memleketin evladı olarak, mevcut yasal prosedüre, Antakya Koruma İmar Planına ve vakfın vakfiyesine aykırı olduğu halde “şehir meydanı” yapma bahanesiyle köprübaşındaki vakıf malının üzerine konma girişimine neden ses çıkarmadınız? Yoksa çıkardınız da biz mi vakıf olamadık? Bu konuda tarafımızdan yazılmış “Şahit Ol Ya Rab!” ve “Vakıf Ruhuna Vakıf Olmak” başlıklı iki yazımızı okumamış olamazsınız. Daha önemlisi, M. Şah Vakfı İşhanı’yla ilgili olarak Başkanın 9 Mayıs 2021’de, HRT Akdeniz TV’de, şehir meydanı yapmak için orayı almak istediklerini, ancak altının temiz olması gerektiğini, çünkü altına otopark yapacağını, aksi takdirde almayacağını açık açık ifade etti. Eğer şehir meydanı yapmaksa niyet, altı belediyeyi neden ilgilendirsin? Anlaşılan o ki, şehir meydanı kılıfıyla esas niyetin zeminin altına otopark yapıp rant elde etmekmiş… Mithat Kalaycıoğlu’nun ısrarla altında zaten otopark vardı sözlerine rağmen, olmadığını iddia eden Başkana, şıracı-bozacı misali, Ömer Cihangir’in, olmadığı yönündeki Başkana olan trajikomik desteği, dikkatlerden kaçmamıştır. Ne yazık ki, şehrimizi tanımayanlar bize “şehir meydanı”ndan söz etmektedir. Nasıl bir cesarettir bu, konu hakkına bilgimiz olmadan kamuoyuna mutlak doğruymuş gibi bilgi vermeye kalkışmak! Evet, Kalaycıoğlu doğru söylüyor, Vakıf İşhanı’nın altında otopark vardı. Ve o otopark, 06.01.1994’te Seydi Yıldız tarafından kiralanmıştır. Daha sonra da bir başkasına devredilmiştir.

Allah bu ya, esas niyetlerini kendi sözleriyle ortaya çıkarmıştır. Tıpkı Koca Ragıp Paşa’ya atfedilen sözde olduğu gibi; ''Şecaat arz ederken merdi Kıpti sirkatin söyler". Ayrıca paranın kendilerine emanet edilmiş olduğunu, kanunlar önünde belki hesabının verilebileceğini, ancak yerin altında verilecek hesabın daha önemli olduğunu, söylerken Vakıf mallarına, vakfiyesine aykırı olarak el uzatmanın hesabının nasıl verileceğini keşke bir düşünse Sayın Başkan… Bunu bildiği halde, “tamam, vakfın bedduası var, şudur budur, ama vakıflar hayır kuruluşlarıdır, yani. O zaman memlekete hayır yapacaksınız…” demiş olması, eminim ki, rahmetli annesinin kemiklerini sızlatmıştır.

Bu açıklamayla, zurnanın zırrrt dediği noktaya geldik. Vakfın, vakfiyenin ne olduğunu, vakfetmenin mahiyetini ve deruni manasını bilmeyenlerin ancak sarf edecekleri sözlerdir bunlar. Burada vakfın, sair sosyal kurumlarla karıştırıldığı nasıl da belli! M. Şah Vakıf İşhanı, hayra yönelik bir akar değil midir? Siz, fakir fukaraya dağıtılan yemeklerin, öğrencilere verilen bursların, dul, yetim ve engellilere bağlanan maaşın kaynağının nereden olduğunu zannediyorsunuz?

Sayın Başkan, yer altından maksat, uhrevi hesabı kastediyorsa ki öyledir. Yarın indi ilahide o muhterem annesinin (rahmet diliyorum) huzurunda, Vakfa uzanan elinin hesabı sorulduğunda, mahcup olmayacak mıdır?

Diğer taraftan her vesileyle sosyal demokratlıktan dem vuran HRT programın katılımcıları da her ne hikmetse bu vahim niyet ve proje karşısında dillerini yutmuşlardır. Ne fakirin lokması, ne de garip gurabanın aşı akıllarına gelmiştir. Dedik, bir daha diyoruz, Allah bu ya, hiçbir şeyi gizli bırakmaz, hele ki kişilerin örtülü niyetlerini kamunun huzurunda açığa çıkararak gerçek niyetlerini ve yüzlerini gösterir.

Evet, Sayın Yetişen, bütün bu olan gelişmeler uzayda değil, Hatay’da, Antakya’da oluyor. Sosyal Demokrat çizgisi içerisinde olan zati alinizin, garip gurabanın ekmeğine, aşına tasallut eden bir gelişmeyi duymamış olabilir misiniz? Eğer duyup da susmuşsanız siz, Sayın Başkana söz söyleme hakkını kaybetmişsiniz demektir. Yok eğer duymamışsanız, hem de bir basın mensubu olarak, görmeyen ve duymayan biri olarak neyi sorgulayabilirsinizki?

Bu halinizle Siz ancak, Lütfü Savaş’ın Gaflarını sayarsınız. Ne maksatla saydığınızı da önümüzdeki yazıda izah edeceğiz inşallah



Ölüm Gerçeği ve Haziran Ayı

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 2 yıl, 8 ay önce / 12.06.2021 10:27:29 | Görüntüleme : 2558


(Unutmayınız ki) Her nefis ölümü tadıcıdır (dünya hayatı geçicidir); sonra Bize döndürüleceksiniz.”(Ankebut:57) diye buyuran Cenabı Allah, ölümün mutlak olduğunu, bundan kaçışın mümkün olmayacağını bildiriyor. Anlaşılıyor ki, ölüm yok oluş değildir. Öyle olsaydı, varlığın bir anlamı olmazdı. Ne varlığın keyfiyetinin bir anlamı ne de dünyaya gelişin ve burada yaşayışın ve gidişin... Bütün bunlar, ölüm gerçeğinden sonra olacak olan gerçek bir hayatın delilidir.

 

Bu gerçeğe rağmen, sebep ve amaç ne olursa olsun tarih boyunca ölümsüzlük üzerine arayışlar hep olmuştur. Bilimsel olarak da düşünsel olarak da… Öyle ki bu düşünce, masalların da esrarengiz konusu olarak yerini almıştır. “Ab-ı hayat”, ölümsüzlük suyu arayışları bunun sonucudur. Bugüne kadar da bu gerçeklikten kaçışın mümkün olmadığını, bunu gerçekleştirme uğrunda çalışanlar da hakkalyekin görmüşlerdir. Önemli olan bu hakikate hazırlanmak ve olan bitenden ibret alarak bu hayatı yaşamaktır. “Vaiz olarak ölüm yeter” diye buyurmuyor mu Allah’ın Elçisi?

İnsanoğlu, ibret alması gerekirken, bu hakikatten neden korkar? İşte meselenin esası buradadır. Yûnus Emre: “Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” derken ölümün hak, varlığın ebedi oluş gerçeğine vurgu yapmaktadır. Ne var ki bu gerçeklikte nelerin kendilerini beklediğinden korkanlar, ölümden kaçışı bir kurtuluş olarak görmektedirler.

Yaradılış hikmetini kavrayan insan, ölümlerden ders alır ve gerçek hayata kendini hazırlar. Malcolm X diyor ki, “Eğer ölmeye hazır değilseniz, kelime bilginizden “özgürlük” kelimesini alın.”, ölümün gerçekliğini kabul eden, yeni hayatı da kabulde zorlanmaz. “Ölümü özüne sevdir, nasıl olsa gelecek” diyen Hz. Ebubekir (r.a.)in bu hikmetli sözüne kulak verilmez mi? İnsan, bu hayatın kendisine, bir emanet olarak verildiğini ve bu emaneti, sahibi takdir ettiği zamanda da geri alacağını, buna da emanetçinin hiçbir itirazının olamayacağını bilir, her aklıselim de bunu kabul eder. Şair Fuzûlî de dizelerinde buna değinir:

“Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim.”

Şair Erdem Beyazıt, ölümden korkulmaması ve hayatta onun özümsenerek yaşanması gerektiğini Peygamberimizin, “Ölmeden önce ölünüz” kutlu sözünün manasını dizelerinde işlemiştir:

Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm;

Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm.

Necip Fazıl da ölüm hadisesine bir güzelleme yaparak konuya yaklaşır:

 

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?

Hiç şüphesiz ölümün vaktini ve yerini Cenabı Allah’tan başka kimse bilemez ve ancak o takdir eder. Biz, bu ayda vefat eden önemli bazı şahsiyetlerin isimlerini zikredeceğiz ve ecelin vakti ve saati geldiğinde o kişilerin toplumsal statüsüne bakılmadan bu hayattan nasıl çekip alındıklarını da bilmekteyiz.       

Edebiyatçısından sanatçısına; yazarından şairine; filozofundan sosyologuna; gazetecisinden işadamına; sporcusundan teknik adamına; müzisyeninden senaristine ve sinemacısına; askerinden siyaset adamına ve devlet adamına kadar pek çok tanınmış ünlü zatın Haziran ayında vefat ettiği ve Rabbine dönmüş olduğu bilinmektedir.

Şair yazar ve Senaristlerden;

Cemil Meriç, Cahit Zarifoğlu, Abdurrahim Karakoç, Ayşe Şasa, Peyami Safa, Orhan Kemal, Cahit Külebi, Necmettin Hacıeminoğlu, Halide Nusret Zorlutuna, Ahmet Haşim, Maksim Gorki, Nazım Hikmet, Cengiz Aytmatov, Mina Urgan, Victor Hugo, Yaşar Nuri Öztürk...

Sanatçılardan;

Ayşegül Atik, Enis Fosforoğlu, Kazım Koyuncu, Hüseyin Baradan, Turgut Özatay, Ayhan Işık, Tanju Gürsu, Sümer Tilmaç, Anthony Quinn, Michael Jackson...

                Bilim/ilim, Sosyolog, Filozof, Tarihçilerden;

Fuat Sezgin, Afet İnan, Ali Şeriati, Hilmi Ziya ülken, Max Weber, Karl Marx, Michel Foucault, İbni Sina…  

Spor Dünyasından;

Ümit Kayhan, Muhammed Ali Clay, Coşkun Özarı...

Asker, Siyasetçi ve Devlet Adamlarından;

Muhammed Mursi, Besim Üstünel, Murat Sökmenoğlu, Ronald Reagan, Güven Erkaya, Ayetullah Humeyni, Dündar Taşer, Fuat Köprülü, Süleyman Demirel, Sultan Abdülaziz… Haziran ayında vefat eden ünlülerden bazılarıdır. Ayrıca son peygamberimiz Hz Muhammed (sav)in de bu ayda vefat etmiş olduğunu beirtelim.

Yeri geldikçe ahirete, gerçek diyara giden Allah'ın kullarından söz edeceğiz. Bu gidiş ama Haziran ayında, ama diğer aylarda olmuş olsa da, bundan kaçışın mümkün olmadığı kesindir. O halde biz kullarına düşen Sıratı Müstakim üzere bir hayat sürerek gerçek âleme hazırlıklı gitmektir. Cenabı Allah bizleri rızasına uygun yaşayıp giden kullarından eylesin.



Vakıf Ruhuna Vakıf Olmak!

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 2 yıl, 9 ay önce / 23.04.2021 09:52:28 | Görüntüleme : 2645

“Bir milleti yaşatmak için o milletin tarihini yaşatmayı gerektirmektedir.”

Bir ferdi olmaktan kıvanç duyduğumuz, gururlandığımız Türk Ulusu’nun kültür ve uygarlığının, dünyaya bahşettiği eşsiz eserler sayesinde insanlık, uzun bir dönem kardeşlik ikliminde huzur içinde yaşama fırsatı bulmuştur.

Denilebilir ki, huzur iklimini oluşturan eserlerin en başında hiç şüphesiz “Vakıf eserleri” gelmektedir. Huzur kaynağı bu eserlerin yanında, onları inşa eden ruh da, düşünce de onlar kadar hatta onlardan çok daha fazla önemlidir…

Türk Kültürünün inceliklerini anlamadan onun kurmuş olduğu hayır kurumu olan vakfı anlamak olası değildir. Çünkü insanın hiçbir menfaat beklemeden ve bir daha geri dönmemek üzere malını ebedi olarak toplumun emrine, hizmetine sunuşunu bugünkü materyalist kafa ve bakış açısı bunu anlayamaz!

İnsan böyle bir deliliği(!) nasıl yapar?

İşte tam bu noktada vakıf anlayışının, “Vakıf medeniyeti”nin tarihi süreç içerisinde ola gelen yardımlaşma duygusundan ayrılıp kendine özgü bir yapı oluşturduğu görülür. O da ebedi hayatın gerçekliğine olan inançtır. Yapılanların, Yaratıcı’nın yanında mutlaka değer bulacağına olan imandır.

Bütün bunlardan sonra diyoruz ki;

Vakfı anlamak, varlığı anlamak demektir.

Vakfı anlamak, insanı anlamak, insanlığı anlamak demektir.

Vakfı anlamak, halkı, toplumu, yaşayışı, emeği, sevgiyi, saygıyı, olup biteni anlamak demektir.

Vakfı anlamak, yaratılmışların en yücesi insanın ürünü olan güzel sanatları anlamak demektir. Vakfı anlamak, varlığın yüce anlamını, var olmanın tadına vararak bir işe yaramayı, bir bütüne ait olmayı, “Ben de varım” demeyi kavramak demektir.

Vakfı anlamak, egoları aşarak bir başkasını, diğerini, ötekini görebilmek hatta onun için yaşamayı öğrenmek demektir.

Vakfı anlamak, “ben”le değil, “biz”le olmayı öğrenmek demektir. Hatta “biz” olabilmektir. Çünkü: Vakıf anlayışının merkezinde insan vardır. İnsana saygı vardır. İnsanı ayağa kaldırma ve onurunu yüceltme vardır. Zayıfın, düşmüşün elinden tutma vardır; arenadaki aman dileyen zavallının ölüm fermanını ilan eden ve aşağıyı gösteren o zalim parmağın aksine... Zayıfa, güçsüze yaşama hakkı tanımayan ve onu seleksiyona-elemeye yani yok olmaya mahkûm eden zalim düşüncenin aksine!

Acımasızlık üzerine kurulu bir uygarlığın zıddına, alabildiğine merhamet, şefkat, sevgi ve alabildiğine insanlık!.. Hep vermek, hep vermek, hep vermek! Vakıf, bir anlamda başkası için vazgeçmektir. Vakıf budur; ruhuyla, düşüncesiyle güzelliğin ve zarafetin adıdır. “Vakıf Medeniyeti” işte böyle bir dünyadır!.. (N. Duran, Kent ve kültür, “vakfı anlamak”, Ankara: Son Çağ yay. 2013, s.307-309)

“Vakfı anlamak”, üzerinde bizim bu hatırlatmaları yapmamızın elbette çok önemli bir sebebi ve gerekçesi vardır. Bilindiği üzere Mehmet Şah Bin Mustafa Dede Efendi Vakfı’na ait Mehmet Sah İşhanı üzerinde Valilik, Büyükşehir ve Antakya Belediyelerinin ortaklaşa gerçekleştirmek istediği ifade edilen yeşil alan/ Şehir Meydanı projesi gündeme oturmuş vaziyette. Keşke bu yere gelinceye kadar şehrimizle ilgili hizmet bekleyen nice mekânlar üzerinde bu girişim niyeti olsa… Keşke gerçekten mesele Şehrimize güzel bir yeşil alan/şehir meydanı kazandırmak niyeti söz konusu olsa… Öyle olsaydı, İlimizin hizmet bekleyen nice yerlerine ve mekânlarına neden el atılmadığının açıklaması yapılırdı. Mesela şehrin göbeğinde olan eski garaj yeri tam bir virane! Yetkililer, ilimize gelen ziyaretçileri irite edecek boyutta olan görüntüsü, yetkilileri ilgilendirmiyor mu, onları rahatsız etmiyor mu? Ve yine o dönem 2014 yılında Antakya Belediyesince Aproje’ye yaptırılan Antakya Koruma İmar Planı’nda nerenin şehir meydanı olacağı, nerenin yeşil alan olacağı belirtilmiş olmasına rağmen bu plan çerçevesinde hizmetlerin yapılmamasının nedeni ne olabilir? (Koruma Amaçlı İmar Planı, ilgili bilgi ve belgeler)

Kamuoyuna yansıyan bilgilere bakıldığında konu bütün açıklığıyla anlaşılmaktadır: Vakıflar Bölge Müdürlüğünce yaptırılan Riskli yapı testi sonucu vakfa ait Mehmet Şah İşhanı riskli olması nedeniyle yıkım kararı verilmiş, yapının idare imkânlarıyla yapılması kararı doğrultusunda mevcut iki

blok arasında yer alan yol olarak ihdas edilmiş taşınmaz, Vakıflarca Antakya Belediyesinden satın alınmıştır.

2016 yılı Aralık ayında kira sözleşmesi yenilenmeyen kira sözleşmeleri sona erdirilerek tahliye işlemlerine başlanmış, bazı kiracıların tahliyeyi uzatmaları nedeniyle süreç 2017 sonuna kadar ilerlemiştir. Bu arada Vakıflar, 3 parselden oluşan taşınmazları tevhit ederek tek parsel üzerine proje hazırlatarak 2018 yılında Ekim ayında Adana Bölge Koruma Kurulu’na onaylatmıştır.

Onaylanan proje için mevcut riskli yapının yıkım aşamasında Hatay Büyükşehir Belediyesi İşhanı’nın bulunduğu 1587 nolu ilgili parseli imar yasalarına ve Koruma amaçlı imar planına aykırı olarak mezkûr parselin imar planında meydan olarak düzenlemesi kararını almıştır. Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün itirazını dikkate almayan Belediye plan değişikliğini Hatay Koruma Kurulu’na onay için göndermiş, ancak Hatay Bölge Kültür Varlıkları Koruma Kurulu parselin imar değişikliğini uygun görmemiştir. Bunun üzerine Belediye, Bölge Koruma Kurulu’nun bu kararına karşı Anıtlar Yüksek Kurulu’na itirazını bildirmiştir. Ancak Hatay Büyükşehir’in Anıtlar Yüksek Kuruluna olan itirazının kabul görmemesi üzerine imar değişikliği sureci akamete uğramıştır. Böylece Vakıf aleyhine alınan karar yürürlüğe girmemiştir. İşhanı yeniden yapılmak üzere yıkıma 2020 sonunda Vakıflar Bölge Müdürlüğünce başlanmış ve riskli yapı yıkılmıştır.

Bu süreç içinde Hatay Büyükşehir Belediyesi İşhanı için Zirem yeri olarak geçen Antakya’daki taşınmazı takas için teklif etmiş, ancak teklif, Vakıflar Bölge müdürlüğünce taşınmaz İşhanı’nın değerinde bulunmadığı için de ret edilmiştir. (Bu bilgiler, dönemin Vakıflar Bölge Müdürü Mehmet Yıldıran’ın zamanında, basına yansıyan açıklamalarından alınmıştır.)

Gelinen noktada, mevcut projenin yeniden yapım aşamasında Hatay Büyükşehir Belediyesi, Antakya Belediyesi ve şimdiki Vakıflar yönetimi tarafından kabul görerek prensipte 34 milyon TL değerle satış için anlaşmaya varıldığı Vali Rahmi Doğan tarafından kamuoyuna duyurulduğu bilinmektedir.

Ancak gelinen bu noktada bütün yetkililerin kamuoyuna bir açıklama borcu vardır: Antakya Belediyesi, Vakfın iki parseli arasındaki taşınmazını önce sattığı, ardından buranın meydan olarak düzenlemesi için karar aldığı, bu karara karşı Vakıfların itirazını da bütün yargı kurumlarının haklı, Belediyenin bu tasarrufunu da yanlış bulduğu görülmektedir.

Antakya Koruma İmar Planında gösterilen yerler (ki Habib Neccar Camii’nden Asi Nehrine kadar olan kısımda) şehir meydanlarının yapılması, tanzim edilmesi ve hizmete açılması gerekirken, öteden beri bulunduğu bölgeye işlevsel olarak canlılık kazandıran Mehmet Şah Vakıf İşhanı’nın yerine hangi gerekçeyle göz konuyor ve yok denecek bir fiyatla satın alınmaya çalışılıyor? Vakıf malı üzerindeki bu keyfi tasarruf, Vakıfların ruhunu muazzep kılacağının bilinmesi ve ilgililerin Vakıflar üzerindeki bu tasarruflarını behemehâl gözden geçirmeleri hem şehrimiz açısından hem de Vakıf ruhu açısından elzem ve aciliyet kesbeden bir konudur. İlgililere saygıyla arz olunur.

VAKFIN MEALİ

…..

Tarihte kültürde bellidir yeri.

İnanmazsan dön bak Âdem’den beri..

Kulun hizmetinden kalmamış geri..

Vakıf, dosta arzuhalde ahenktir.

 

Bunca zenginlikler, bunca değerler,

Sahipsiz kalırsa boyun eğerler!

Bu eserler korunursa “VARIM” der.

Vakıf, sende ahenk, bende ahenktir.

 

Tarihte, kültürde sırra erelim.

Vakıf mallarına kıymet verelim.

Bir olalım, sevilelim, sevelim..

Vakıf, çift kapılı handa ahenktir.

(Ali Dal, Özyurt Gazetesi, 25 Mayıs 2004-Antakya)



“Şahit Ol Ya Rab!”

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 2 yıl, 10 ay önce / 17.04.2021 10:18:57 | Görüntüleme : 2478

Hatay’ımızın saygıdeğer yetkilileri, biliyorum İlimizin Hataylılar’a yakışır bir şehir haline getirilmesi ve diğer iller nezdinde mümtaz yerini alması amacıyla yaptığınız ve yapmaya çalıştığınız çalışmalar, takdire şayandır. Bizleri de mesrur etmektedir.

Bu meyanda, bilindiği üzere Kültür ve Turizm Bakanlığının, Türkiye Turizm Stratejisi 2023 ve Türkiye Turizm Stratejisi Eylem Planı (2007-2013) çerçevesinde, Turizm sektörü için uzun vadeli stratejiler, kısa ve orta vadede kamu ve özel sektör için öncelikli eylemlerin yer aldığı bu stratejilerin en önemlilerinden biri hiç şüphesiz “Kentsel Ölçekte Markalaşma”dır. Bununla engin, kültürel ve doğal değerlere sahip kentlerimizin markalaştırılarak, turistler için bir çekim noktası haline getirilmesi öngörülmektedir.

İlimizin de içinde yer aldığı bu on beş ilde kültür turizmi canlandırılarak Marka Kültür Kentleri oluşturulması hedeflenmiştir. “Kentsel Ölçekte Markalaşma” toplantısına Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürü Ayla Mirmahmutoğulları, uzman ekibiyle katılmış ve “Kentsel Ölçekte Markalaşma” ile ilgili geniş sunumlar yapılmıştır.

Bakanlığımızın 11 Nisan 2008 tarih ve 65569 sayılı yazılarıyla istediği “Marka Kent Eylem Planı”nın hazırlanması için Marka Kent Komitesi kurulmuş ve Eylen Planı doğrultusunda çalışmalar yapılmıştır.

Yeni Müze Yeri Yapım Çalışmaları çerçevesinde;

“Antakya Merkeze bağlı Maşuklu Beldesi sınırları içerisinde yer alan Mülkiyeti İl Özel İdaremize ait bulunan 40.262,84 m2’lik Müze yeri için İl Genel Meclisi tarafından tahsis kararı alınmış ve Bakanlığımıza gönderilmiştir. Protokol imzalanmış olup bu yerde bilahare sondaj kazılarına başlanmıştır. Bu yerin ödeneği ayrılmış ve Koruma Kurulu aşamasından sonra proje ihalesi yapılmıştır.” Şeklinde özetlenen hususlar, bugün yüzümüzü ağartacak boyutta İlimizin ve Ülkemizin iftihar vesilesi haline gelmiş olduğu malumunuzdur.

İlimizle ilgili bu ve benzer güzellikteki proje ve çalışmaların yanında, ne yazık ki, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla bizleri tereddüde sevk eden gelişmeler de olmuştur. Şüphesiz, duyarlı bir yurttaş olarak da bu durumun bizleri derinden üzdüğünü belirtmek isterim.

Konu: Hatay Şah Vakıf İşhanı’nın Yeşil Alana dönüştürülmesi/Şehir Meydanı olması projesi!

Muttali olduğumuzdan beri zihnimizi meşgul eden bir konuydu, Vakıf İşhanı’ının yeşil alana/şehir meydanına çevrilmesi. Edinilen bilgiye göre Valilik, Büyükşehir ve Antakya Belediyelerinin ortaklaşa gerçekleştireceği ifade edilen bir proje.

Bir ilin yeşil alanlarla donatılması, kültürel ve sportif mekânlarının oluşturulması düşüncesine hiç kimsenin itirazı olmaz; aksine o şehrin her insanını sevindirir ve mutlu eder. Ancak, bir projenin usulüne uygun, bu milletin tarihten gelen değerlerine dikkat edilerek yapılması da beklenir. Hele ki bu yerin Vakıflara ait bir yer olduğu düşünülürse, bu dikkatin hem dünyevi hem de uhrevi mesuliyeti taşıdığı da kesindir.

“Vakıf, kişilerin hiçbir tesir altında kalmadan, kendi özgür iradeleriyle helal mallarını Allah rızası için veya kendilerine göre kutsal saydıkları bir gaye için, kendi mülkiyetlerinden çıkararak bir amaca tahsis etmeleridir. Vakfın temelini, sevgi, şefkat, merhamet ve yardımlaşma duygusunun ebedileşmesi isteği oluşturmaktadır. Vakıf düşüncesi buradan doğmuştur. Bir dünyada insanın, karşılık beklemeden hizmet sunmasını çok iyi irdelemek, anlamak ve değerlendirmek gerekir. Değilse, pragmatist bir yaklaşımla bu faaliyeti anlamaya çalışmak akla sıkıntı verebilir. Bir kere bu anlayışın, bu duygunun bir inançtan kaynaklandığını bilmeliyiz.

O da:

“Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe, iyiliğe erişemezsiniz.” (3/92)

“Allah daima (insanlara) iyilik edenlerle beraberdir.” (16/128)

“Kurtuluşa ermeniz için hayır işleyin.” (22/77)

 

 

Vakıf hizmetlerinin etkisi toplumun her kesitinde görülür. Bunun için, “Kişi, vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte büyür, vakıf bir müessesede doyar, vakıf bir evde ikamet eder, vakıf bir müessesede çalışır, vakıf bir evde ölür, vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa defnedilir.” anlayışı darb-ı mesel (atasözü) haline gelmiştir. İnsanlık yolunda böyle bir iradenin kullanımı bir medeniyeti ortaya çıkarmıştır. Bu da Vakıf Medeniyetidir. Hatta Türk Vakıf Medeniyeti dersek abartmış olmayız.

Vakıf Medeniyeti, Toplumları medeniyete doğru götüren bir sistemdir. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma da medeni olmanın bir göstergesidir. Vakıf anlayışı, “Dindar kimselerin vasiyet yoluyla bıraktıkları miras” anlamına gelir.

Vakıf görevlileri tarafından, bir yandan vakıf emlakine sahip çıkmak ve en iyi şekilde değerlendirmek, bir yandan Eski-Abide eserleri restorasyon, tamir ve bakımını yapmak, diğer bir yandan da ekonomik sıkıntı içinde olan ailelerin çocuklarını Vakıf Orta Öğretim Yurtlarında ücretsiz barındırmak, âmâ ve muhtaçlara aylık bağlamak, imaretlerde yoksullara sıcak yemek, kuru gıda dağıtmak gibi görevler yapılmaktadır. Ayrıca, Vakıfları ve her türlü hizmetlerini, kültürel, sanatsal ve bilimsel faaliyetlerini tanıtmaya yönelik hizmetler yürütülmektedir.

‘Vakıf medeniyeti’nin tarihi süreç içerisinde olagelen yardımlaşma duygusundan ayrılıp kendine özgü bir yapı oluşturduğu görülür. O da ebedi hayatın gerçekliğine olan inançtır. Yapılanların, yaratıcının yanında mutlaka değer bulacağına olan imandır.” (Nizamettin Duran, Vakıflar Hayırlar Olimpiyatı, Vakıf Dergisi, 1: (2004), s.6) diye belirtmiştik vakıf düşüncesini.

Benzer bir düşünceyle Vakıf malı üzerinde yapılan bir tasarrufla ilgili olarak, İstanbul-Bahçelievler'deki vakıf arazisini yeşil alan yapan Büyükşehir belediyesini dönemin 1. Bölge Müdürü Özekinci’nin Belediyeyi, vakıf duası ile bedduasını eklediği dilekçesinde 'Bunu dikkate alarak karar verin' çağrısı yaparak uyarmıştı.

Dilekçeye eklenen beddua ve dua şöyledir:

Beddua

- Allah'a ve ahiret gününe inanan, güzel ve temiz olan Hazreti Peygamber'i tasdik eden, sultan, emir, bakan, küçük veya büyük herhangi bir kimseye, bu vakfı değiştirmek, bozmak, nakletmek, eksiltmek, başka bir hale getirmek, iptal etmek, işlemez hale getirmek, ihmal etmek ve tebdil etmek helal olmaz. Kim onun şartlarından herhangi bir şeyi veya kaidelerinden herhangi bir kaideyi bozuk bir yorum ve geçersiz bir yöntemle değiştirir, iptal eder ve değiştirilmesi için uğraşır, fesh edilmesine veya başka bir hale dönüştürülmesine kastederse, haramı üstlenmiş, günaha girmiş ve masiyetleri irtikap etmiş olur. Böylece günahkârlar alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün Allah onların hesabını görsün. Malik onların isteklisi, zebaniler denetçisi ve cehennem nasibi olsun. Zira Allah'ın hesabı hızlıdır. Kim bunu işittikten sonra, onu değiştirirse onun günahı, değiştirenler üzerindedir. Kuşkusuz O, iyilik edenlerin ecrini zayi etmez...'

Dua

- 'Her kimse ki; Vakıflar'ın bekasına özen ve gelirlerinin artırılmasına itina gösterirse, bağışlayıcı olan Allahu Teala'nın huzurunda ameli güzel ve makbul olup, mükafatı sayılamayacak kadar çok olsun, dünya üzüntülerinden korunsun ve muhafaza edilsin...'

Ecdadımızın bu kadar hassasiyet göstermiş olduğu vakıf mallarına (arazisine, tarlasına, bahçesine arsasına, yapılarına vs.) duyarsız davranmak, en azından onlara karşı bir Türk evladı olarak görevimizi yapmadığımız anlamına gelmez mi? Bu ilgisizlik sehven de yapılmış olabilir, ilgilileri bu manada hatırlatmak/uyarmak gerekirken vakıf malının üzerine konulmuş gibi büyük bir sevinçle kutlamalar yapmak, gerine gerine basına demeçler vermek, duyarlı her yurttaşı derinden yaraladığı bilinmelidir. Bizdeki anlayış nasıl bir hale evrilmiştir ki, futbol takımımıza gösterilen ilginin onda biri bile bu kadar önemli bir konuya gösterilmesi akla gelmez! (14 Ekim 2011 Cuma, https://www.aksam.com.tr/guncel,)

Olaya gündelik bir olaydan yola çıkarak mukayese edecek olursak, işin ciddiyetine karşı olan halimiz daha iyi anlaşılmış olur: Hatay spor, elbetteki başarılarıyla övündüğümüz takımımızdır. Maçlarını da ilgi ile takip etmekteyiz. Kısacası Hatay’ımızı başarıyla temsil eden güzide bir kulübümüz olduğundan şek ve şüphe yoktur. Ancak Hataylı kardeşlerimizin vakıflara ait Şah Vakıf

İşhanı’nın neden takasa/trampa tabi tutulmayıp ta satıldığını merak edeni hiç görmedim, duymadım. Yerinde bir proje ile ve yerinde bir işlemle şehrimizi güzelleştirmesi bağlamında yeşil alan/şehir meydanı olarak düşünülmesi güzel bir şey; ancak Vakıf malının takasa tabi tutulmayıp da satılması gerçekten düşündürücü. Neden eski garaj yeriyle yahut Kitap Fuarı olarak tahsis edilen yerle veya bir başka yerle takas edilmediği ve hatta bu düşüncenin gündeme bile getirilmediği konusuna mutlaka açıklık getirilmesi gerekmez mi? Eğer gündeme getirilip de ilgililer tarafından kabul edilmediyse, vakıf malları üzerinde yapılan bu tasarrufta ve işlemde iyi bir niyetten bahsedilebilir mi?

Ve siz ey Vakıf yetkilileri, vakfın sahibi, bu yeri satasınız diye mi vakfetmiş? Vakıf senedinde bunlar mı yazılı? Alınan göstermelik parayla Şah Vakıf İşhanı’nın isminin tarihten silineceğini bilmiyor musunuz?! Bu duyarsızlık, Vakıf anlayışına darbe vurmak ve onu sekteye uğratmak anlamına gelmez mi?

VakıfBank'ın yerinin kaça satıldığı ile Şah Vakıf İşhanı'na takdir edilen fiyat mukayese edildiğinde bütün bu soruların ne denli haklı sorular olduğu görülecektir.

Bu milletin evladı olarak biz, Vakıf malımıza gereken sadakati, dikkati ve rikkati göstermemiz, Vakıf kültürümüze verdiğimiz değerin nişanesi değil midir?

Ne olur konuyu başka başka yerlere çekerek, mecrasından saptırarak yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermeyelim. Tabii ki şehrinizin güzelleştirilmesi açısından önemli bir proje, ama vakfın malına hakkını vermek de o kadar önemli. Bu projenin gerçekleşmesi için takasa razı olmayanların neden razı olmadığını, kamuoyunun bilme hakkı vardır. Eğer gerçekten mesele Şehrimize güzel bir yeşil alan/şehir meydanı kazandırmak niyeti söz konusuysa. İlimizin hizmet bekleyen nice yerler, mekânlar ve alanları dururken, şehrimizin en can alıcı yeri olan Vakıf malına göz dikmek ve bunu yeşil alan/şehir meydanı sosuyla sunmak, tribünlere oynayarak showa dönüştürmek… ister istemez samimiyeti ve iyi niyeti gölgelemektedir.

Vakıf malındaki bir tasarruf, bir spor müsabakasının neticesi kadar bir Hataylı’yı yakından ilgilendirmiyorsa, bu milletin değerlerine verilen önemi de ortaya koyduğunu gösterir, maalesef.

Bu hatırlatmayı yapmayı hem vicdani, hem insani hem de duyarlı Vakıf bilincine sahip eski bir vakıf çalışanı olarak görev addediyorum. Şüphesiz takdir ve tasarruf yetkililere aittir. Bizim yaptığımız sadece bir hatırlatmadır.

Yarın, rûz-i mahşerde “Vakıflar Bölge Müdürlüğünde Bölge Müdürü olarak çalıştığın halde neden hatırlatmadın?” Diye sorulsa, -ki sorulacaktır- ben de “şahit ol ya Rab, hatırlattım”, diyeceğim inşallah!

Saygıyla arz ederim.



SOKAĞA DAVET VEYA ZARARDAN DÖNMEK!!!

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 2 yıl, 10 ay önce / 01.04.2021 09:26:23 | Görüntüleme : 3747


Sokak kültürünün meddahlığını yapmanın arka planında yatan niyetin, açıkça ortaya konmaması sonucunda doğan eksikliği gidermek için okuyucuyu anlamamakla itham etmek, suç bastırmaya yönelik bir çaba olarak kendini gösterir.

 Mine Söğüt’ün 5 Mart 2021 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Baba evini hemen terk edin kızlar!” yazısına basında büyük tepki gösterilmiştir.    Kendisini eleştirenlere cevap niteliğinde, attığı tweetteki “Dünkü yazımda geçen "Sokağa çıkmak" deyişini gerçekten sokağa çıkmak, "baba evini terk etmek" deyişini de gerçekten baba evini terk etmek olarak algılayan bir kesim, soyut düşünce yeteneği gerektiren inanç meselesini kim bilir nasıl anlıyor...” savunmasıyla ne yazdığının bile farkında olmadığı anlaşılmaktadır. Sosyolojinin uzmanları,  Prof.lar, yazarlar, edebiyatçılar anlamıyor, öyle mi? Doğrusu bilmediğini bilmemenin çaresi ve devası yoktur. Her inancın pratiğinin soyut olmadığı da nasıl anlatılır ki?

Bu aşamada ne yazdığının anlaşılması bağlamında yazıya dönelim. “Özgürlüğünüze sahip çıkın, bedeninize sahip çıkın, isteklerinize sahip çıkın, heveslerinize sahip çıkın…” deniliyor. Özgürlüğe, bedene ve hatta isteklere sahip çıkmaya eyvallah, peki heveslere sahip çıkmaktan murat edilen nedir? Heva ve hevese uymaktan, keyfilikten kaçınmayı, insanın huzur ve saadeti için öngören değerler, onun umurunda değil anlaşılan. Hiçbir değer tanımadığı gibi, bu milleti millet yapan değerlere de karşıdır aynı zamanda. Bu karşı oluş, öyle bir hal almıştır ki, adeta fanatizme dönüşerek yüreğini, zihnini ve dahi vicdanını kurutmuştur: “Geleneklerin, inançların, korkuların pabucunu dama atın… siz bir çarpın baba evinin kapısını, sokaklara çıkın. Özgürlüğünüze sahip çıkın…” dediği öğüde, varsayalım ki, uyup çarparak kapıyı çıktılar baba evinden ve kendilerini sokakta, pardon açıkça ifade edemediği muhayyel dünyada buldular kızlarımız… Ya sonra? Buna da bir açıklık getirseydi keşke. “Hayır, benden bu kadar, baba ocağından çıkardım, görevim bitmiştir. Hangi dünyada/sokakta onları nelerin bekleyip beklemediği artık onların sorunu!” dediğini duyar gibiyiz. Devam ediyor bilge yazar(!) öğütlerine:

“Güzel kitaplar okuyun, … Güzel filmler seyredin… Sanatla, felsefeyle, tarihle, bilimle ilgilenin; hayatla ilgilenin, kendinizle ilgilenin... bir de dans edin. Çok dans edin. Bağıra bağıra şarkılar söyleyin… Kaçın o evden, kaçın kurtulun… Kaçın o evden, size dayatılan hayatı değil, kendi tercih ettiğiniz hayatı yaşayın… Sevişmenin kirlenmek olduğu safsatasını da hemen unutun. Cinsiyetçi deyimlerin utanç verici mirasını reddedin… O tekinsiz baba evini terk edin kızlar; derhal terk edin.”

Adeta Belene kampından kurtulmaları konusundaki kaygıyla firarları için canhıraş bağırıyor; “Kaçın o evden, kaçın kurtulun!”

Bu tavsiyelerin, beslendiği kültürün bir sonucu olarak, heva ve hevesle, akıl ve mantık dışılıkla söylendiği o kadar açık ki! Buna rağmen içinde barındırdığı çelişkiler, yazarı tarafından bile fark edilememektedir. Sokağa, önerilen dünyaya(?), kültüre davet edilen kızlara derman olacak bir rehberlik yok ortada, ama kitap okuma, güzel filmler seyretme (neye göre güzel?), sanatla, felsefeyle, tarihle ilgilenmeleri söylenmektedir.

Şaşırıyoruz tabii ki bu mantığın iflasına! Ne önerisi, ne rehberliği? Yeter ki sokağa çıksınlar… Yeter ki önerilen muhayyel dünyaya gelsinler…“Çıksınlar da nerede, nasıl ve ne şekilde gerçekleştireceklerse gerçekleştirsinler…” dediği apaçık yazarın. Demek ki sıcak bir ocağın, sıcacık çorbasının piştiği mekânda, anayla, babayla, çocuklarla, nine ve dedeyle hayatı güzelleştiren sohbetleri boşuna hayal edip duruyor evsiz, barksız ve dahi kimsesiz insanlar.

Esasen eski Türk filmleri işlemiştir bu konuları.  Filmde,  aktris olmak, ünlü olmak ve şöhreti yakalamak hevesiyle baba ocağını terk eden gencecik bir kızın, kendi keyfince hayatını yaşamak için sokağa çıkıp yola düştüğünü ve sonra daha Yeşilçam’a ulaşmadan başına gelenleri ve akıbetinin ne olduğu anlatılmakta. Benzer bir konuyu meşhur “Madam Bovary” romanında yaşananları dile getiriyor Ergün Yıldırım Hoca, 07 Mart 2021 tarihli yazısında. “Madam Bovary romanı 19. Yüzyıl Fransa’sında yazıldı. Flaubert, kocasını, evini ve çocuğunu bir kenara bırakarak mutluluğu sokakta arayan bir kadının hikâyesini anlatır. Kadın, yani Madam Bovary, evi terk ederek sokaklarda mutluluğu ararken “düşen kadın” olur. Aslında yazar, kapitalizm ile beraber gelen yeni kültür ve ideolojiler karşısında kadının ve evin gelecekteki haberini veriyor. Modernite ve kapitalizm pratiğinde Avrupa’daki kadının düşüşüdür bu.”

Düşünün, bu yazarın teklifinin bu romanda yaşananlardan bir farkı var mı? Keşke bu öneriyi yapmadan ve bu öğüdü vermeden önce kimsesiz ve yalnız olan insanlarla bir görüşme yapabilseydi. Keşke onlardan, sıcacık aile ortamının ne ifade ettiğini öğrenseydi, keşke empati kurabilseydi kendileriyle ve yaşadıklarıyla.

Anlaşılan o ki, ruhsuz, maddeperest, pozitivist bir dünya görüşü ile şekillenmiş bir toplumun açmazları, bu milletin çocuklarına tavsiye edilmektedir. Bu, bir tecrübenin sonucu mudur ki kurtuluş yolu olarak sokaklar ve onun kültür dünyası gösterilmek istenmektedir? Hangi sokak mesken edinilmiş de böylesine tavsiyeye şayan bir düşünce dünyasına ulaşılmış? Bu ortaya konmadan nasıl bir cüretle Yurdumun kızlarına tavsiye edilebiliyor?! Bu yazar hanımın, asıl bunu anlatması gerekir. Anlatması gerekir ki çocukların ve gençlerin mukayese imkânı olabilsin ve bu öğüde hak versin.(!)

Popülizmin kahredici hegemonyası altında kelimelerin serpiştirilmesiyle utanç verici bir yazının nasıl kaleme alınacağının örneğini gördük. Bu ülkenin değerlerinden ve dahi kültüründen ne denli uzak olunduğunun örneği verilebilir; ders olarak da okutulabilir… “Sevişmenin kirlenmek olduğu safsatasını da hemen unutun. Cinsiyetçi deyimlerin utanç verici mirasını reddedin…” önerilerdeki bayalığa bakın siz! Bu, tamamıyla insan âleminin dışındaki canlıların sevişmesini hatırlatmaktadır. O âlemde her tür sevişme ve ilişkinin kirlenme veya temizlenme kaygısının olmadığını hemen ifade edelim. Neticede biz insanız ve bizim kültürümüzde sevmek, sevilmek ve aşk hiçbir zaman ayıp değildir, utanılası bir olgu değildir. Tersine aşkı, aşkın yüceliğini edebiyat dünyasına anlatan, tanıtan da bizim insanımız, bizim ediplerimiz, şairlerimiz ve dahi ozanlarımız. Sevginin en yücesini kaldırın kitaplardan, geriye ne aşk kalır ne de insan… “Sabahattin Ali’nin hikâyelerinden birisinde, sevgilisi çolak olduğundan, onu teselli için, kolunu değirmen taşına sıkıştırıp kendisini çolak bırakan âşık vardır. Bu gün böylesine bir metafizik aşk, aşk metafiziği nerede var?” Aşk hararettir, mihnettir, sıkıntıdır, emektir, çabadır… Öyleyse sevgi emek ister, özveri ister, gayret ister, saygı ister…

“Selvi Boylum Al Yazmalım”da, sevdiği iki insan arasında zihinsel git-geli yaşayan Asya’nın beyninde dile gelen cümlelerdi bunlar. (Nizamettin Duran, Kent ve Kültür, Ankara:  Sonçağ Yayınları,  2013, s77)

 Dememiz o ki, sevmek de sevilmek de sevişmek de insanca ve insana yakışır bir şekilde olur. Yani edep dairesinde, edeple, üslupla, usturupla… Keremleri, Aslıları, Leylaları, Mecnunları, Âşık Garipleri, Dertlileri… bilmeyenlerin insan ötesi sevişmeleri, koklaşmaları dile getirmelerindeki sığ kültürü yadırgamamak gerekir.

Sonuç: Bence bu yazar hanımefendi, kendi aklını kendine saklasın ve Müslüman Mahallesinde salyangoz satmaktan vazgeçsin. Ama ona kendi sığ dünyasından çıkıp insana insan olduğunu bildiren, ona yaşamın tadını ve lezzetini tattıran, hayat veren bir dünyanın varlığını keşfetsin, deriz. Şimdiye kadar kabuğunu kırıp bu güzel dünyayla tanışmadıysa da zararı yok, zararın neresinden dönülürse kardır. Yeter ki istesin. Bence denemeye değer. Tabiiki bu da cesaret ister!

 



SOKAĞA DAVET EDEN KÜLTÜR!

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 2 yıl, 11 ay önce / 22.03.2021 09:28:09 | Görüntüleme : 3268
Yazı vardır, okursunuz, içinizi ferahlatır, ruhunuza dinginlik verir; vücudunuzun her zerresi huzur bulur onunla ve bitmesini istemezsiniz, minnet duyarsınız yazarına. Yazı vardır, daha başlığını okur okumaz yüzünüz asılır, ruhunuz daralır; yazarının aklında bir zorunun olup olmadığını düşündürür size.

  5 Mart 2021 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir yazı dikkatimi çekmişti. İş yoğunluğu sebebiyle paylaşmak bugüne kaldı. Yazı Mine Söğüt imzalıydı. Cumhuriyet’teki yazarları okurum zaman zaman, eleştirdiklerim de beğendiklerim de olur, ancak doğrusunu isterseniz böylesini ilk defa görüyorum. Yazarını tanımam etmem, ancak yazıyı okuyunca şaşırdığımı söyleyebilirim. Zoru nedir bilmem, ancak sokaktan mülhem ruh dünyasının betimlediği mekâna Yurdum kızlarını davet etmesinin hangi tecrübenin mahsulü olduğunu, doğrusu anlayamadım.

Yazı bir zihniyeti yansıtıyor; bir kültürü, bir yaşayış biçimini… Bağlayıcılığı münhasıran yazara ait olsa şaşılacak bir durum olmazdı elbet. Kendisini aşarak genç kızlarımızı teşvike yönelik cümlelerle tıka basa doldurulmuş olması dikkat çekmiştir. Zaten yazının başlığı bile insanı ürpertmeye yetecek soğukluktadır: “Baba evini hemen terk edin kızlar!” Niye? Niyesi yok! Somut olmayan, muhayyel kurgularla, baba ocağının ne denli netameli bir yer olduğu tasvir edilmeye çalışılıyor.

Çelişkilerle dolu olan yazıdan birazdan kesitler vereceğiz. Öncelikle bazı hususları belirtmekte yarar görmekteyiz. Malumunuzdur ki, envaiçeşit kültür ve envaiçeşit insan vardır ve doğaldır ki her insan da kendi kültürünü yansıtır. Hani denir ya, küp içindekini sızdırır. Dervişin fikri neyse zikri de odur. Haliyle kişi nereden besleniyorsa, hangi kültüre yaslanıyorsa, onunla kendini ifade etmesi de son derece doğal bir durum arz etmektedir.

Sahip olduğumuz kültürün gereğini yerine getirirken öteden beri bir inanç mesabesinde olan söylemlerimizle çelişkiye düşmemiz, bizi mahcup ediyor doğrusu. Mesela,  her ağzımızı açtığımızda, uzay çağında yaşadığımızı ballandıra ballandıra ve de gerile gerile dile getirdiğimiz halde uzay çağının bilgi demek, düşünme demek, akletme demek olduğunu unuturuz ne hikmetse.  Oysa bu anlayış, kişiyi dogmatizmden, aklını kiraya vermekten korur. Bu ise, sonuçta bizi sorgulamaya, muhakeme etmeye ve öğrenmeye sevk ederek bilgiye eriştirmez mi? Tabii ki eriştirir. Hiç kimse de bunu olumsuzlayamaz, meğerki “ukala” olmasın!

“Akıl” dedik, “ukala” dedik, isterseniz bu kavramlara kısaca değinelim. Akıl, Arapça’da ayın, kaf ve lam= akale kökünden gelen bir fiildir. Akletti, gerçeği anladı, bildi, çocuk, anlayış ve temyiz çağına ulaştı, sığındı, korundu, çelme takıp düşürdü, önledi… Bunun ismi faili, “akil”dir. Çoğulu, “ukala”, “ukal”dır. Akıllı/akıllılar anlamındadır. Daha başka anlamları da vardır. Hal bu iken bizde kendini akıllı ve bilgili sanan, bilgiçlik taslayan kimse anlamında da kullanılmaktadır. Bu gibiler, “ukalanın biri” diye tavsif edilir. Özellikleri,  akıllarının ermediği işlerde bilgiçlik taslamaları ve hatta bilir bilmez her konuda fikir yürütmeleridir. Kendilerini; ileri derecede zekâ sahibi olduklarını göstermek için hep ileriye atılırlar. Bizim geleneklerde bu karakter için çok güzel deyişler vardır, mesela “ağır ol da molla desinler” bunlardan biridir. Toplumda acınacak halde görülürler ve hiçbir zaman onlara, Allah zekâ versin denmez, aksine Allah akıl versin diye dua edilir. 

Devam edecek



RABBİM, BİZLERİ UTANDIRMA!

Yazar : Nizamettin DURAN | Tarih : 3 yıl, 3 ay önce / 23.11.2020 08:33:45 | Görüntüleme : 14735


Tahmin ediyorum ki, bir şekilde haberdar olunmuştur. Dünyaca ünlü oyuncu, Hollywood yıldızı Gerorge Clooney’in, ünlü olmadan önce gençlik yıllarında kendisine yardım eden 14 arkadaşına yaptığı jestten.

                “56 yaşındaki aktörün eski dostu Rande Gerber, Clooney'nin kendilerini arayarak 27 Eylül 2013'ü takviminize işaretleyin, hepinizi akşam yemeği için evime davet ediyorum" dediğini söyledi. Akşam yemeği için konuklar eve geldiklerinde, oturdukları masanın üzerinde kendilerine ait birer siyah çanta buldu. Çantaların içinde ise her biri 1 milyon dolar değerinde olan çekler vardı.

                Arkadaşlarının duruma şaşırması üzerine ünlü aktör şöyle demiş: "Çocuklar benim için ne kadar çok şey ifade ettiğinizi bilmenizi isterim. Los Angeles'a geldiğimde bana evinizi açtınız, koltuğunuzda yattım. Sizleri tanıdığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Şimdiye kadar sizinle kurduğum dostluğa benzer bir dostluk yaşamadım, bu yüzden benim için çok önemlisiniz ve hepimiz birlikteyken bu dostluğumuzun göstergesi olarak sizlere bir armağanım olacak. Şimdi sizden çantaları açmanızı istiyorum" Clooney'nin arkadaşı Gerber, "hepimiz şoka girmiştik" diye konuştu. Clooney paraların vergisini de ödemiş ve bu makbuzları da çantanın içine koymuş.”

                Bu ilginç haberler basına yansımış ve bu alicenap davranış herkesin dikkatini çekmişti. Bu haberleri doğrulayan Clooney, "Onlarsız şimdi sahip olduklarımın hiçbirinin olmayacağını düşündüm" dedi. Cindy Crawford'ın eşi Rande Gerber, bu durumu açıklamıştı. Kendisi de bunu doğrulamıştır.

                Clooney, dergiye verdiği röportajda, kazandığı parayı arkadaşlarına vermekten mutlu olduğunu belirterek, sahip olduğum tek şeyin, 35 yıl boyunca kendisine şu ya da bu şekilde yardım etmiş olan bu arkadaşları olduğunu söyledi. Onlarsız şimdi sahip olduklarının hiçbirinin olmayacağını düşündüğünü söyleyerek, “Bana bir otobüs çarparsa hepsinin vasiyetimin içinde olacağını düşündüm. Sonra neden otobüs çarpmasını bekliyorum ki” diyerek söz konusu yemeği düzenlediğini ve arkadaşlarına o paraları dağıttığını ifade etti.

***

                Bu olay bize şunu anlatmaktadır: Bu bir karakter meselesidir. Bu davranışın sahibinin hangi ırktan, hangi düşünceden, hangi dinden, hangi mezhepten olduğunun önemi yoktur. Her yaratılmışın güzel fıtrat üzere yaratıldığını biliyoruz. İlk Müslümanlardan olan Habbâb b. Eret, Resulullah’ın, İslâmiyet’i Ebû Cehil veya Ömer ile kuvvetlendirmesi için dua ettiğini bizzat duyduğunu belirtmektedir. Fakat bir duanın tecellisini isteyene, o doğrultuda iradesini kullanana nasip olduğu da bilinmektedir.

                İşte toplumsal ilişkilerimizi her daim bu anlayış ve bu değer yargıları üzerine kurmamız gerektiğinin çok önemli bir örneğidir bu. Hiç kimse hakkında önyargı ve ön kabulümüz olmadan ve her tür şartlanmışlıklardan uzak bir şekilde inşa ettiğimiz ilişkilerimizin, olumlu yansımalar olarak hem bize hem de toplumumuza döneceği bilinmelidir. Toplumun huzur kaynağının, hiç şüphesiz birbirine hoş görü dediğimiz müsamahayla yaklaşan, aralarındaki dayanışmayı, sevgi ve saygıyı güçlendiren bireylerin varlığıyla mümkün olduğunu da yaşananlar bize göstermektedir.

                Zaman zaman, yaşadığımız bu topluma hayat veren faziletli insanları konu etmişizdir yazılarımızda. Aslında bundan söz etmek, yazıya konu edinmek, böyle büyütülecek bir mesele de değildir. Bunu yapmak hakşinas her kalem erbabının da görevidir. Bunun bir bakıma hakkın da teslimi manasına geldiğini biliyoruz. Bunu bildiğimiz gibi marifetin iltifata tabi olduğunu da… Esasen her hak sahibine hakkını vermek de emredildiğimiz hususlardan değil midir? Bu sebepten dolayıdır ki bunlar, bireylerin azami titizlik göstermesi gereken konular içerisinde değerlendirilmelidir. Her birey, yaptığı işin şekli, rengi ve çeşidi ne olursa olsun, o güzel toplumun inşası için tuğlasını bir düzen ve disiplin içerisinde yerli yerine döşemek zorundadır. Bu gayretle yapılacak çalışmalar, şüphesiz kentin kültürünü ve medeniyetini oluşturarak o kentin tarih içindeki seçkin yerini almasını sağlar. Burada ana mesele, bu koşuda temel değerlere sahip çıkarak, kimse kimseye çelme takmadan, kendine düşeni yapması ve halkına hizmet etmenin kutsiyeti içerisinde bir güzellik yarışının içinde olduğunu idrak etmesidir.

                Bu kentin yetiştirdiği ender kalem erbabından bir kardeşimiz, hakkımızda bir yazı kaleme almış olduğunu biliyoruz. Öncelikle teşekkür ediyorum, hem kendisine hem de bu yazı dolayısıyla memnuniyetlerini belirten kardeşlerime. Bu kardeşimin yazılarını her daim severek ve ilgiyle okuduğumu belirtmek isterim. Bunun sebebi olarak da, yazılarını inandığı gibi yazmasıdır. Fikirlerine katılırsınız veya katılmazsınız, olaylar üzerine vardığı yargılarına, ama kesinlikle katılmanız gereken bir husus vardır ki, düşüncelerinin özgün oluşudur. Kendisine ait oluşudur. Biz bu memlekette sipariş üzerine kalemini başkasının emrine vermiş nice yazar(?) biliyoruz. Düşüncelerine katılsak da katılmasak da kendini ifade eden yazarların varlığı ayrı bir gurur kaynağı, ayrı bir övünç kaynağı değil midir? Hele ki bu onurlu kalemin sahibi sizin hemşeriniz ise, sevincinize sevinç katmaz mı?

                Evet, Şemsettin Günay’dan söz ediyorum, değerli bir yazarımızdan. Kendisi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Kamu Yönetimi’nden mezun olmasına rağmen ticaretle uğraşmayı tercih eden başarılı bir müteşebbis... Sadece başarılı bir girişimci dersek ona haksızlık etmiş oluruz. Hatay’da okuyan, araştıran ve yazan pek az sayıdaki insanımızdan biridir. Hem de hiçbir ideolojiye teslim olmadan, inandığı ve değer verdiği değerleri uğruna özgürce yazan biri… Bu konudaki mütevazılığını yansıtan kendine özgü yorumuyla… Ne ki, yazılarında uzun bir zaman “Güneş Gündem” müstear ismini kullanarak yazmıştır. Hatta bu sebepten dolayı, bunu anlama kültüründen fersah fersah uzak olan bir kalemin, … şecaat arz ederken sirkatini söylemesine şahit olduk. Onu, gerçek ismini kullanmaktan korkmakla itham etmişti. Gerekçesini de bir ideolojiye bağlı olmasından kaynaklandığını ileri sürüyordu. Ofisinde bana konuyu açmıştı. “Eyvahlar olsun, yazarlık ayağa düşmüş” dedim. “Bugün o şahsın da ödünsüz kabul ettiği yazar başta olmak üzere pek çok bildiğimiz yazar, müstear isim kullanmıştır. Edebiyat ilmini tedris etmeyen birinin böylesine cehaletini izhar etmesi bir komedidir” dedim ve müstear ismini kullananların listesini kendisine takdim etmiştim.

Ama sonradan aralarında ciddi bir samimiyetin kurulduğuna da şahit olduk. Ah keşke o yıkılası önyargılar önceden parçalanmış olsaydı da birlikte fikir geliştirilse ve projeler üretilseydi. Sizce kim kazançlı çıkardı bu işten? Tabii ki İlimiz ve dahi insanlık, değil mi?

Hemşerimiz olsun olmasın bu kente hizmeti, emeği geçen herkesin hakkını vermeyi şiar edindiğini biliyoruz. 24.06.2014 tarihli yazısında, Sn. Şemsettin Günay, “İlk meclis oturumunda Sayın Celalettin Lekesiz’in Hatay’ın fahri Kültür Elçisi ilan edilmesi için tüm şartları zorlamayı düşünüyorum. Çünkü şu anda bu unvanı ondan daha fazla hak eden bir kimsenin olduğunu sanmıyorum” diyordu. “Doğru söylüyor, bunun da yapılması lazım” demiştim ve “Bir basın toplantısında, ‘Hataylılara yeterli hizmeti veremediğim için mahcubum.’ diyen ve fahri hemşerimiz unvanını çoktan hak etmiş Sayın Valimizi bu kutlu hizmetleri yolunda köstek olmaya çalışan “yıkıcılar”a “dur” demenin, ilini seven her Hataylının görevi olduğuna inanıyorum” diye de eklemiştim.

Sağ olsun kardeşimiz, bizden bahseden cümlelerinin altında ezildiğimizi ve mahcubiyet duyduğumuzu ifade etmeliyim. “Bu güzel sözlere layık mıyım?” diye sırtıma beklemediğim bir yükün de bindiğinin/yüklendiğinin farkındayım, şüphesiz. Bu teveccühler karşısında kardeşimin şahsında bütün hemşerilerime olan dualarım ziyadesiyle baki olduğunu belirtmeliyim. Hepsinden Allah razı olsun ve onun rızasına uygun yaşayan kullarından eylesin, diye dua ediyorum.

Ancak bunun yanında naçizane hakkımda varit olan bu teveccühe layık mıyım, layık olacak mıyım konusu artık büyük bir mesele halinde hayatımda yer alacağının bilinmesini isterim. Ve Yaradan’ıma derim ki, “Yâ Rabbi, bu kardeşlerimin, hakkımdaki bu güzel niyetlerine karşılık beni mahcup etme. Onlara karşı beni utandırma! Ve de özellikle bende görülen bu sıfatlara layık olmama yardımcı ol, Senin huzuruna da mahcup olacağım, hayâ edeceğim şekilde çıkmaktan beni koru ya Rab!