Günlük | : | 83 |
Haftalık | : | 849 |
Aylık | : | 4975 |
Toplam | : | 384050 |
Açıklamalarında, “başımıza geleni de hep ‘ya Allah’ın gazabı ya da ötekinin kötülüğü’ diye anlattık” sözünün yanında, sadece dua etmekle bunların bertaraf edileceğini sanmak gibi bir gafletin tespitini yapmaktadır. Bu tespit, yerinde ve önemliydi. Ancak duanın mahiyeti anlatılmadan ve keyfiyeti hususunda öncelikle din görevlilerini, saniyen toplumu bir eğitime tabi tutmadan zihinlerde “dua”nın, itibarsızlaştırılması ve böylece kul ile yaratıcı arasında çok önemli bir bağın gereksizliğine dair bir algıyı yerleştirmeye sebep olduğumuzun farkında mıyız? Kaş yapayım derken göz çıkardığımızın? Cenabı Allah, (Ey Muhammed!) “De ki: İbadetiniz (duanız) olmasa Rabbim size ne diye değer versin?" (Furkan:77) buyurmuyor mu?
Demek ki, itibarsızlaştırma ve gereksizlik algısı oluşturacak şekilde açıklamaların yapılması vahim bir hatayı intaç etmektedir. Başkanımız da duanın, sadece kavli olmadığı, fiili duanın da olduğunu elbette bilmektedir. Bu yönünde halkı bilinçlendirmeye dönük bir eğitim faaliyetin yapılması gerektiğini de…
Başımıza gelenlerin de hep ‘Allah’ın gazabı veya ötekinin kötülüğü’ olarak değerlendirilmesi neden yanlış olsun? “İçimizdeki beyinsizler yüzünden, bizi helak eder misin Allah’ım” (A’raf: 155), “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O, yine çoğunu affeder.” (Şura: 30), “Rabbanîlerin (Rabbe kul olanlar) ve Ahbar (bilginler)’in onları günah söz söylemekten ve haram yemekten menetmeleri gerekmez miydi?”(Maide:63) Bu ayetler, bizim sorumluluğumuzu unuttuğumuz zaman, başımıza nelerin geleceğini ihtar etmiyor mu?
“Ötekinin kötülüğü” neden küçümseniyor? “Öteki”, zaten zihniyetinin ve insana olan düşmanlığının gereğini yapmaktadır ve yapacaktır. Bunda bir gariplik yok; gariplik, toplumdaki her bireyin ve sonuçta toplumun görevini yapıp yapmadığıyla ilgilidir. Ne deniyor Kitap’ımızda?
“İş başına, iktidara geldikleri, dünya liderliğini ele geçirdikleri, Kurân'ı ve Kur'ân hükümlerini engelleyerek, dünyayı, halkı istedikleri istikamette yönlendirdikleri zaman, yeryüzünde, ülkelerde fesadı yaymak, kadına ait değerleri, kazanç ve gelir düzenini bozmak; tabiatı, toprağı tahrip edip ürün veremez hale getirmek; ilmî araştırmaları, Kur'ân üzerinde çalışmayı, derinleşmeyi baltalamak; nesillere hayat hakkı tanımamak, tohumları, bitkileri, ürünleri bozma planları uygulamak; gençleri mahvetmek için çalışırlar, koşuştururlar. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara:205, Ahmet Tekin Meali)
Röportajda din anlayışımızın sığlaştığı, dindarlığı dar bir alana hapsettiğimizden, Müslümanların şeklen dindarlaştıkça, dünyevileşmesinin de arttığından yakınılmakta ve bunun yanlışlığına vurgu yapılmaktadır. İslam’ın, ‘seccadeni ser ibadetle ömrünü geçir’ demediğinden söz ederken hemen arkasından “Düşünce, bilgi, yararlı iş, temizlik, haklının ve mağdurun yanında olma, iyiliği destekleyip kötülüğü önleme, insanı insan olduğu için sevme hepsi ibadettir. Sadaka ve iane kültürüyle ya da retorikle bunları sağlayamayız” denilmektedir.
Sayılanların hepsinin ibadet kavramının içerinde telakki edildiği anlaşılmaktadır. Elbette doğru, ancak bu açıklamalarda dikkat edilmesi gereken çok önemli husus, bir tarafı düzeltirken diğer tarafı yıkmamak olmalıdır. Sadaka ve iane kültürünün toplum bilinci ve anlayışından uzaklaştırılması son derece tehlikeli sonuçlar doğuracağı ve bunun sonucunda insanların merhamet damarlarının kuruyarak zalimleşip gaddarlaşacağı nasıl göz ardı edilebilir? Zaten komşuluk ilişkilerinin kopuşu, bireylerin birbirinin derdinden habersiz ve duyarsız oluşları, toplumu ayakta tutan değerlerin bir bir zayıflaması ve hatta yok oluşlarıyla meydana gelmedi mi? Pek çok ayette ve Peygamberimizin sözlerinde sadakayı ve hatta zekâtı bu kavram içerisinde mütalaa edilmesinin altında yatan toplumsal hikmet bu değil midir? Bu sebeple böylesine vahim bir durumun meydana gelişine sebep olabilecek yanlış bir yorumdan zinhar kaçınmanın gerekliliği ortadadır.
Röportajın sonlarına doğru, işin esasını ortaya koyan açıklama gelmektedir: Kur’an-ı Kerim ile aramızın açıldığından; Kur’an-ı Kerim’in bize verdiği öğütlere kulak tıkayıp kendi yanlışlarımıza kendimizin fetva verir oluşumuzdan söz edilmektedir. Bu önemli bir açıklamadır. Ancak tespitin yerinde ve doğru olması, derdimize çare olduğu anlamına gelmemektedir. Olmadığı da zaten açıkça görünmektedir. Bu kadar önemli ve hayatî problemler üzerinde durup ve şikâyetlerimizi ve yakınmalarımızı gaip bir muhataba yöneltmenin bize ne faydası olduğu veya olacağı da söylenmelidir. Bunları yoluna koyacak ve düzeltecek merci neresi ise oraya zamanında rapor halinde bildirilmesi gerekmez miydi? Yahut da böyle bir faaliyete teşebbüs edildi de engel olan mı çıktı?
Esasen bu mercilerin en üst kademesinde ve makamında olan hocamızın ne yapması/yapılması gerektiğine dair bir açıklamada bulunması gerekmez miydi, röportaj boyunca.
Başkanın, bazı gruplar tarafından dini, yaşadıkları hayata göre yorumlayıp yaşayışlarına destek kabilinden, Hz. Peygamber’in hayatını da ona göre anlattıklarına dair açıklamaları ilginçtir. Öyle bir hayatın da örnek alınması ve yaşanması mümkün olmadığını ifade etmektedir. Bugün İslam dinini gizemli, esrarengiz bir din şeklinde sunarak asılsız kutsallıklar üretenlerin aslında kendi din ticaretleri için müşteri artırımı peşinde olduklarını ve bu durumun da Başkanı mahcup ettiğini söylemektedir. Oysa Peygamberin örnekliğine bakacak olursak ki bakmak zorundayız. O, toplumun her bir ferdine tek tek ulaşmış, eğitimden geçirmiş ve bu eğitim öğretim metodunun, bu misyon üzere genişleyerek büyümüş olduğunu görürüz. Hak Din olan İslam’ı insanlara ulaştırmakla görevlendirilenler de peygamberden neyi ve nasıl öğrendiyseler öylece insanlara anlattılar.
Bundan anlaşılan şu ki, bir öğretinin toplumda makes bulması, o toplumun fertlerine ulaşmayı ve eğitimden geçirmeyi gerektirmektedir. Bu hususta İslamî öğretinin formülü, Kelime-i Tevhid’de mevcuttur. Şöyle ki, İslam'a girmek için Mümin olmak; Mümin olmak için de Kelime-i Tevhid’i kalben tasdik ve dil ile ifade etmek gerekir.
Bilindiği gibi Kelime-i Tevhid'in başlangıcı “la”dır. “la”, red (hayır/yoktur); kabul etmemek manasındadır. Yani “hiçbir ilah yoktur” denildikten sonra ardından tasdik/onay gelir. “İlla” yani ancak Allah vardır, denilerek iman tamamlanmış olur.
Demek ki problemlerin ikrarı bize yetmemekte; problemlerin/meselelerin maddeler halinde sıralanışından sonra bize “illa” demek gerekmektedir. Yani çarelerin, çözümlerin neler olabileceği ifade edilmeli ve anlatılmalıdır. Aksi takdirde Yeniçeri askerinin düşmanı İslam'a daveti gibi olur bizim halimiz; hani savaşta, altına aldığı düşman askerini, ‘Müslüman ol Müslüman, yoksa kafanı uçururum’ tehditlerinde bulununca, korkudan titreyen düşman asker, ‘tamam’ demiş, ‘peki ne yapayım?’ Yeniçeri askeri, şaşkınlık içerisinde, ‘Onu ben de bilmiyorum’, demiş.”
İcraat makamında olup da yanlışlardan şikâyet etme psikolojisi, bizim yabancı olduğumuz bir durum değildir. Keşke herkes bulunduğu makamın hakkını verdikten sonra proje ve stratejilerini ortaya koyup da ayrıldıktan sonra bunların hangisini gerçekleştirip hangisini gerçekleştiremediğini ve bunların gerekçelerini açıklasa, bunun tarihe geçecek bir örneklik teşkil edeceği konusunda şüphe yoktur.
Esas olan da başkasının yaptıklarının mahcubiyetini yaşamaktan çok, kişinin kendi görevini yapmamasının mahcubiyetini yaşamasıdır.
Cenabı Allah cümlemizi sırat-ı müstakim üzere görevini yerine getirenlerden eylesin.
Hürriyet gazetesine verdiği röportajda açıklamalarına devam ediyor Ali Bardakoğlu:
”
Sosyal sorunlara din anlatımının çare olamayacağını ifade eden bir akademisyene, hem de din işlerinin en tepesinde görev yapan bir din görevlisine şahit oluyoruz. Biz nasıl bir dine sahibiz ve nasıl bir din anlatıyoruz ki, sosyal problemlere çare olamıyor? Bu vahim bir durum değil de nedir? Hatanın veya eksikliğin İslam’ın kendisine olamayacağına göre, problem nerede? Allah, -hâşâ- insanların derdine çare olamayacak bir dini mi göndermiştir? Bu bakış açısının, sekülerist bir kafanın bakış açısından ne farkı vardır? Bu yaklaşım ve açıklama, dinî, hayattan tecrit etme düşüncesini doğrulamış olmuyor mu?
Nasıl bir din tasavvur edilmiş ki, anlatılan “din”in insanları mutlu edemeyeceği yargısına varılıyor? O zaman “din” denilince ne anlaşıldığına bakmak gerekiyor. Dinin İslam’a göre tanımı; “Din: akıllı insanları kendi istekleriyle doğru yola götüren (ve peygamberlerin vahiy ve ilhamına dayanan) ilahî bir kanundur. İslam bilginlerinin genelde ittifak ettikleri bu tanımın ortaya koyduğu temel ve değişmez fikirler, şu şekilde ifade edilebilir:
1. Dinin ilahî kanun olması, 2. Ebedî saadeti temin etmesi, yani insanları doğru yola, mutlak hayra sevk etmesiyle kurtuluşa erdirmesi, 3. Dinin ilahî vahye dayanması, 4. Akla hitap etmesi,5. İnsanlara din hürriyeti tanıması.(1)
Bu evsafta anlatılan bir dinin insanları mutlu etmeyeceğini kim söyleyebilir? Din bu özellikleriyle anlatılmıyorsa, anlatılan şey, “din” olabilir mi? Kendi ifadelerimizin bizi ne tür bir yanlış anlayışa sürüklediğinin farkında mıyız?
Evet, Başkanımızın ifadesiyle, “İslamiyet’te ibadet sadece kıldığımız namaz değildir.” sözü hakikatin ta kendisidir, ancak bunun tebliğ–irşat ve anlatımı bağlamında dillendirilmesi yetmez, en başta din görevlileri kendilerine bunu şiar edinmeleri gerekmektedir. Yapılacak çalışmanın da köklü, disiplinli, bir plan ve proje dâhilinde yürütülmesini iktiza eder. Acaba böyle bir çalışmayı yürütmüş müdür Başkanımız? İslamiyet’te, ibadetin sadece namazdan ibaret olduğunu kim söylüyor? Ama bilinmeli ki, namazın dinin direği olduğunu bu dinin elçisi söylemektedir. Bu dinin sahibi olan Allah da, “(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut:45) Dinde namaza bu kadar önem verilirken, onu alelade bir ibadetmiş gibi zihinlerde bir algı oluşturmak ve hatta itibarsızlaştırmaya açık bir yorum yapmak sağlıklı bir yaklaşım mıdır?
“Her şeyin altüst olduğu, fırsat eşitliğinin olmadığı, işgaller altında umutların tükendiği, siyasal atılımın olmadığı toplumda sadece din anlatarak insanları mutlu edemeyiz...” derken;
Biz de; her şeyin altüst olduğu, fırsat eşitliğinin olmadığı, işgaller altında umutların tükendiği, siyasal katılımın olmadığı toplumun çarpık yapısına müdahale etmeyen bir din midir İslamiyet? Diye sormamız gerekmektedir. Dinin özünde bir kötülük görüldüğü zaman onun elle değiştirilmesini, mümkün değilse, dille, o da mümkün değilse kalple buğzetmeyi öngören bir din değil midir?(2) Bu Din’in Kitabı’nda, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.” Diye buyurulmuyor mu? (Al-i İmran:104) Bu emirlerin gereğinin yapılmasını, evvelemirde bu görevde bulunanların yapmalarını ilzam etmez mi?
“Gönlüm isterdi ki, evrensel ilâhî din olan İslam’ın günümüz uleması dünyada kanıksadığımız bunca eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik, güçlü ve egemenin oldubittileri karşısında hakkın sesi olsun, her türlü ayırımcılığa karşı çıksın, bizlere hepimizin Âdem’in çocukları kardeşler olduğumuzu, insan olarak eşit ve değerli olduğumuzu, insanca bir hayatın hepimizin temel hakkı olduğunu hatırlatsın. Ama öyle olmadı ve olmuyor. Olup bitene eleştirel baktığımızda bunu açıkça görüyoruz.”
Bu ibarede de Başkan, tozpembe bir dünya tasavvuru yapmaktadır. Tüm olumsuzlukların olmadığı, Âdem’in çocuklarının kardeş olduğu bilinciyle insan olarak insanca yaşama hakkımızın olduğu… bir dünya…
Böyle bir dünyayı kimse, kimseye bağışlamamaktadır. Yaşanan gerçeklikte, yaşamını zor şartlar altında idame ettiren insana, insanca bir hayat hakkı tanımak bir yana, nüfusun kalabalıklaştığı ve bunun mutlaka sınırlandırılması gerektiği, kan emici küresel güçler tarafından bas bas bağırarak ilan edilmektedir. Gözü dönmüş emperyalistlerin, insan katliamına yönelik bu sesini duymamak üzere kulağımızın üzerine yatıp tozpembe hülyalara yelken açmak, sizce çözüme yönelik realist bir bakış açısı mıdır?
Başkanımız Hak’la batılın kıyamete kadar mücadele içerisinde olacağını bilmiyor olabilir mi? Ve yine “Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah'a varır.” (Hac: 41)
“Bu âyet, özellikle iktidarı elde bulunduran Müslümanların hayatında intizam ve istikrarın gerekliliğini ifade etmektedir. Ayrıca, namaz ve zekât görevlerinin hemen ardından “iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek” görevine yer verilmesi, ictimaî ahlâk ve nizamı koruyup geliştiren yöneticilerin üstün değerini ifade etmektedir.”(3) ve Şüphesiz, Allah nezdinde hak dinin İslâm olduğu belirtilmektedir. (Âl-i İmrân:19)
Buna mukabil, inançsızlar işbaşına geçtiklerinde de huzuru bozarak yaşamı alt üst edecek icraat içinde olacakları Yaradan tarafından haber verilmektedir:
“O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara:205)
Bu ilahi tespit ve uyarılar karşısında, Başkanımızın İslam âlimlerine yüklediği görevlerin neler olabileceğini bize söylemeli. Özellikle, işbaşındayken yapıp yapamadıkları konusunda...
------------------
Kaynakça:
(1) Ahmet Kahraman, Dinler Tarihi, İstanbul: İrfan Yayınevi, 4.bs. 1975, s. 28,29
(2) (Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17)
(3) kuranmeali.com/Aciklama.php?meal=diyanetvakfi&sureno=22&ayet=41
Diyanet İşleri Eski Başkanı, söz konusu röportajındaki açıklamalarına devamla;
“Serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı ortalığı. İslam âlimlerinin içinde yaşadığı hayatla ve gerçekliklerle bağı koptu. Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz. 50 küsur İslam ülkesi var, paramparçayız” demektedir.
El-Hak doğru, ancak bu hitabın kime yönelik olduğu, kime hitap edildiği belli değil, oldukça muğlak, yani açık değil. Sayın Başkanımız, bu boşluğu ve bu boşluğun meydana getirdiği problemleri görüp tespit ettiğine göre, görevli olduğu dönem içinde bu meselelere çözüm getirmek için bir arayışa girip girmediği merak edilmektedir. Acaba, bu problemleri çözebilecek evsafta ilim adamlarını bir araya getirici, geniş katılımlı bir panel, bir platform gerçekleştirdi mi? Şayet böyle bir faaliyet yapıldıysa bunun sonucu ne oldu? Bununla ilgili bir rapor hazırlandı mı? Ancak bu röportajdaki yakınmalara bakarsak, o yönde hiçbir faaliyetin yapılmadığı anlaşılmaktadır. Yapılmış olsaydı, en azından satır aralarında birkaç cümleyle konuya değinilirdi.
Başkanımızın değindiği bir başka husus, can acıtıcıydı; “Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz” diyor. Tamam, bir an görüşüne katıldığımızı ve emek mahsulü o kitapların zamanının geçtiğini ve demode olduğunu düşünelim, peki röportaj boyunca şikâyete konu olan problemlerimize merhem olacak, çare üretecek çalışmalar var mı, yapılmış mı? Varsa ve yapılmışsa zikredilmesi gerekmez mi? Yok var idiyse ve yapıldıysa o zaman bu şikâyetler niye? Dini ilimleri tahsil etmenin imkân ve şeraitini, bu yolda Müslümanların yaşadığı can pahası zorlukları bilmiyor olabilir mi Sayın Başkanımız! Bırakın dinî ilimleri tahsil etmeyi, insan olarak inanç hürriyeti içerisinde kendi kutsal Kitap’ını bile okuyamadığını, öğrenmek için imkân bulamadığını, hatta namaz kıldıracak, Müslüman cenazelerini kaldıracak bilgi ve donanımda bir imamın veya dindarın bulunmadığı bir sürecin yaşanmadığını mı söylemek istiyor Başkan? İnsaf! Tarihi hakikatler böylesine açıkken, bu problemlerin sorumlusu olarak dini tedrisattan şu veya bu şekilde uzak tutulan Müslümanlar mı olacak?
Bilindiği üzere ilim, şartlar gereği sürekli bir gelişim karakteri gösterir. Durağan değildir ve bilinir ki ilim, gelişim sürecini kökleriyle birlikte ancak gerçekleştirebilir. Aynı durum ‘pozitif’ bilimler için de geçerlidir. Dahası, bilimin bir millete inhisar ettirilmesi de mümkün değildir. Doğru da değildir. Bilimin gelişmesinde bütün milletlere mensup bilim adamlarının bir şekilde katkısı vardır. Rönasans ve takiben Aydınlanma dönemindeki bilimsel atılımlara İslam Kültür ve Medeniyetinin nasıl katkı sağladığını bizzat onların bilim adamlarınca dile getirilmiştir. Bilim adamlarının birbirine katkısı kadar normal bir şey olabilir mi? Aynı durum neden İslam bilginlerinin yaptıkları çalışmalar için düşünülmez. Biz bütün akademik çalışmalarımızda, bir disiplin içerisinde ne diye kaynak gösteriyoruz? Madem bizden öncekilerin çalışmalarının bir kıymeti harbiyesinin olmadığı anlamına gelebilecek ifadeleri sarf edebiliyorsak. Ayrıca neden faturayı sadece üçüncü ve beşinci asırda yazılan kitaplara ve o kitaplardaki bilgileri tekrar eden (aslı varken niye tekrar edilsin? Faydalanan denmek isteniyor olsa gerek) insanlara inhisar ettiriyoruz? Şikâyet ettiğimiz konulara dönük neler yaptığımızı örneklik bakımından, yapılan açıklamalarda yer verilseydi, bütün bu şikâyetler ve çareleri somutlaşmış olmaz mıydı?
“İslam barış dinidir diyoruz ama kimseyi inandıramıyoruz, çünkü birçok yerde Müslümanlar birbirinin boğazını sıkıyor. Birbirinin Müslümanlığını beğenmez oldular, birbirini itham ve tekfir ederek sürekli camdan aşağı atmakla meşguller.”
Bu ifadelere baktığımızda da, hep aynı zaviyeden olaylara bakıldığı görülmektedir. Nahoş olguların müsebbipleri ıskalanarak, ne hikmetse yine Müslümanları günah keçisi ilan eden bir yaklaşımın sergilendiği müşahede edilmektedir. Küresel Şeytanî güçlere ruhunu ve benliğini teslim etmişlerin, Müslüman kanı dökmelerini, genel olarak Müslümanlara nasıl teşmil edilebilir?
Bu manada “Dâhili ve harici bedhahlar” tavsifinin bize bir şeyleri hatırlatması gerektiğini düşünüyoruz
Bizim bu cümlelerden anladığımız, İslam adına konuşulan bir konuda İslam dışı sistemlerin oluşturduğu kavramlarla İslam’a bakıp değerlendirmenin yapılamayacağıdır. Çünkü her düşünce kendi ıstılahlarıyla kaim olur. Düşünmenin merkezi sayılabilecek felsefede de durum böyledir; insan, kavramlar aracılığıyla düşünmektedir. Dolayısıyla anlamı doğru dürüst bilinmeyen kavramların kullanılması sıkıntılıdır. Felsefe, kavramsal bir düşünme etkinliği olduğu için, öncelikle, üzerinde fikir yürütülecek konuyla ilgili kavramların doğru ve sağlam bir zemine oturtulması gerekir. Aksi takdirde bir düşüncenin doğru anlaşılması mümkün olmayacaktır. Eğer yanlış anlaşılıyorsa bunun nedeni, kavramların yanlış kullanılmasından başka bir şey değildir. Bu açıdan bakıldığında Felsefenin, bir bakıma kavram oluşturma, keşfetme ve üretme sanatı olduğu için, kavramları sorgulayarak eleştirmeyi ve aydınlatmayı amaçladığı görülecektir. Buradan hareketle, kavramların doğru kullanılmaması ve kavram bilgisizliği kişiyi yanlış ve temelsiz fikirler üretmeye götüreceği söylenebilir. Böyle olunca da kavramlara verilen anlama göre düşünceler, duygular ve eylemler farklılaşacaktır. Bu yüzden kavramların doğru kullanılmasının son derece önemli olduğu, aksi durumda, aynı sözcüklerin kullanılmasına rağmen insanların bunlardan farklı farklı şeyleri anlayacakları ifade edilmektedir.(2)
Kavram konusu üzerinde bu kadar durmamız, taşıdığı önem sebebiyledir. Diyanet İşleri Eski Başkanı Bardakoğlu’nun röportajında kullandığı “Ortadoğu” kavramı, bizim ne geleneksel kültürümüzle ne de sahip olduğumuz değerlerle uyuşmaktadır.
“Ortadoğu toplumları barut fıçısı gibi. Birbirlerine duydukları öfkeyi mezhep, din duyarlılığı veya öteki üzerinden dile getiriyor, onlar üzerinden kimlikler şekilleniyor. İslam dünyasının bir kısmı, mesela Şia kesimi 13 asırdır böyle bir öfkeyle yoğruldu. Sonra bu öfke kendilerine de zarar verdi. Sünni kesimde de hep ötekileştirme ve öfke var. Böyle giderse ateş ocağımıza düşer ve bizi de parçalar. Kutsal kitap güzelliği, bağışlamayı, ahlaklı, düzgün olmayı emrederken DEAŞ neden bombalar patlatıyor, insanlar birbirine kıyıyor?”
Bu ifadede dile getirilen problemler yok mu? Tabii ki vardır. Ancak burada esas mesele, durumun fotoğrafını çekmek değil, fotoğrafın arka planında nelerin yattığını araştırmak, anlamak ve kamuoyunu aydınlatmak olmalıdır. Boşuna kelime ve kavramların öneminden söz etmedik. Şayet kullanılan “Ortadoğu” kavramının kime ait olduğu ve ne için vaz’ edildiği fark edilebilseydi DAEŞ’in de, DEAŞ’ın da, IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti)’in de kimler tarafından ve hangi amaçlarla kurulduğu ve bu terör örgülerinde kimlerin piyon olarak kullanıldığı da bilinirdi. Bugün IŞİD’in elindeki ağır ve modern silahlar, Amerika’nın bıraktığı silahlardır. IŞİD, sağa sola korku salıyorsa, bu imkânlarla olmaktadır.(3)
Gelelim “Ortadoğu” kavramına. Bizim bu kavramı kullanmamızın neye mal olduğu, bizi nasıl bir vahamete sürüklediği yönünde oluşturduğu algıyı anlamamız gerekir. Bunu da uzmanının açıklamasında görelim:
“Ortadoğu”nun isimlendirilmesi konusunda, “Ortadoğu, Parseller'e ayrılan meçhulün bize tahsis edilen bölgesi. Kaypak bir mefhum, ortanın solu gibi”(4) derken Cemil Meriç, bu gerçeği ifade etmektedir. Yani bu kavram, sahibi gibi kaypak ve sinsi…
Durum böyleyken hocamıza sormamız gerekmez mi; “İslam coğrafyasını bilinçli ve maksatlı olarak parsellere ayırarak bize de burada bir yer lütfeden(!) medeniyet simsarlarının taktıkları bu ismi, bu kavramı kullanırken hiç düşünüp akletmeyacek miyiz?
Başkan açıklamasına, “Din adamları yaşadığımız çağın sorunlarının farkına varmalı” diyerek başlamaktadır. Düşünmek gerekir; “Din adamı” ifadesi, bize ait bir mefhum mudur ki, biz meramımızı bununla ifade ediyoruz? Sormamız lazım; biz kendi kelime ve kavramlarımızla mı düşünüyor ve konuşuyoruz, yoksa zihnimizi istila eden emperyal zihniyetin kavramlarıyla mı? Öncelikle bunu netleştirmemiz gerekmektedir.
Cemil Meriç, “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır…”(2) derken kelime ve kavramların ne denli önemli olduğuna vurgu yapar. Bu bakımdan kullandığımız kavramların “biz”i, bizim değerlerimizi ifade edip etmediğine dikkat etme konusunda yükümlülüğümüz ve sorumluluğumuz bulunmaktadır.
Kelime ve kavramlara yüklenen mana kişinin düşünce dünyasını ifade etmede anahtar rolünü görür. Nasıl ki her kilidin bir anahtarı varsa, doğal olarak da her düşüncenin de kendini ifade eden cümleleri ve onları oluşturan kelimeleri ve kavramları vardır. Ayrı manalara gelen ve ayrı manaları çağrıştıran bir kelime ve kavramla aynı şeyin anlaşılması mümkün değildir. Bu sebepten dolayıdır ki; “Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkûm”(3)dur.
Bize ait olmayan kelime ve kavramlarla düşünme, yazma ve konuşmanın bizleri kendi kültür değerlerimizden kopararak bize düşman olanların ağına düşüreceği konusunda şüphe yoktur. Bu işin önde giden şeytanı, şüphesiz Batı emperyal zihniyettir. Merhum Meriç, bu konuda da şu uyarıda bulunur:
“Avrupa'nın kelimeleri de kendisi gibi ikiyüzlüdür. Avrupa “Empire Ottoman” der. Geniş ülkelere yayılan nüfuzlu, büyük devletler empire'dir. Lenine tarafından milletlerarası dil alanına atılmış bir kelime: emperyalizm, kapitalizmin son merhalesidir. Kapitalizmin ideolojisi liberalizmdir.”(4)
Meriç, neden bu konu üzerinde ısrarla duruyor? Çünkü kaypak bir dünyanın tuzaklarını görüyor ve onu ihbar ederek bizi uyarıyor: “Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu. İthal malı mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. Gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor.” (5)
Şimdi gelelim konumuza; idrakimize zerk edilmeye çalışılan “din adamı” kavramına. Dinî kavram ve anlayışımızda böyle bir nitelemenin olmadığını, -sehven kullandığını düşündüğümüz hocamızı tenzih ederek- bunun, Batı’nın ruhbanlık anlayışı etkisinde ve ekseninde kalan, kendi değerlerini bilmeyen yarı aydınların kasten/şuursuzca kullandıkları bir nitelemeden başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz.
Bu mefhum, Bingöl Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisinde yer alan bir makalede konu şu şekilde açıklanmaktadır:
“Din adamı tâbirinin, halk dilinde ve İslami uygulamalara uzak kesimlerde daha fazla kullanıldığı görülmektedir. Türkçe’de Osmanlı’dan sonra yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.” (s.220) Bunun Hristiyan inanç ve kültürünün etkisiyle bize sirayet ettiği görülmektedir:
“Yeni Ahit’te Pavlus şöyle demektedir: “Din adamları Allah’la ilgili konularda insanlara aracı rolünü üstlenirler.” (s. 221) (6)
Oysa Kitabımız Kur’ân-ı Kerim, Allah tarafından konulan kuralların, insanlar için bu dünyada geçerli olduğunu ve her kesimin bu kurallardan sorumlu olduğunu söylemektedir. (İbrahim: 1; Nur:54)
“İslam’da din adamı olmadığına göre, din görevlilerine, ilâhiyatçılara, cemaat önderlerine “din adamı” demek “meşhur olmuş yanlışlardan birini teşkil eder…”(7)
Sonuçta Bardakoğlu’nun, bu kavramı yanlış veya sehven kullandığı veyahut da kendisine izafeten kullanıldığı görülmektedir. Ümidimiz, en yüksek düzeyde görev yapmış bir din görevlisinin bu yanlış/hatalı kullanımı düzelteceği yönündedir. Düzeltmesi de gerekir; çünkü Cemil Meriç’in yerinde tespitiyle “Kavgayı önce kelimeler dünyasında kazanmak mecburiyetindeyiz…”(8)
Sayın Başkanımızın da dinî hassasiyetinin üst derecede olduğuna inanıyoruz.
Ateizme ve deizme yakın dünya görüşleri sebebiyle “din” olgusunda bu anlayışa yakın buldukları noktaları sevinçle karşılamakta ve yazarını, sözcüsünü göklere çıkarmaktadırlar. Methiyeleri de tabii ki kendi anlayışları çerçevesinde ve kendi jargonlarıyla olmaktadır. Onlar için konunun eski olmasının önemi yoktur; yeter ki kullanışa elverişli olsun; ısıtıp ısıtıp servis etmekten asla geri durmazlar. Yeter ki, din konusunda yapılan açıklamalarda kendilerine uygun çıkarımlarda bulabilecekleri bir aralık bulsunlar. Hemen oradan sızarak kendilerine uygun bir gündem oluşturmaya çalışırlar. Sanki dine sempatileri varmış gibi bir role de girerler. Hatta tereciye tere satma bahtsızlığını da gösterirler. Bir fırsat bulduklarına dair öylesine bir zehaba kapılırlar ki, beyin kıvrımlarında dolaşan habis zihniyetin manşet olduğunun farkında olamayacak kadar da aymazlık dünyasında tur atıp dururlar.
2017, Mayıs ayında, Bardakoğlu’nun Hürriyet gazetesi, İpek Özbey’le, “Kendi yanlışlarımıza fetva verir olduk” başlığı altında yaptığı röportajdan hareketle keyiflerince bir din anlayışını piyasaya sürme gayretlerini gördük. Onların niyeti ve maksadı zaten bellidir. Onun üzerinde duracak değiliz. Bizim asıl üzerinde duracağımız husus, röportajın kendisidir. Bu röportajda Bardakoğlu, ne demiştir, din hakkında neler açıklamıştır? Onu görmeye ve anlamaya gayret edeceğiz.
Röportaj, Hürriyet gazetesiyle birlikte çeşitli medya kuruluşlarında da yer almıştır. Açıklamalara bazı itirazlar yapılmış ve yazılar da yazılmıştır. Basında, röportajın ana hatlarıyla maddeler halinde sıralanarak verilmiş olması, açıklamaları daha anlaşılır kıldığı söylenebilir. Biz de bu çerçevede dinle/İslam’la ve Müslümanlarla ilgili olarak yapılan açıklamaları, Hocamızın izniyle, gözden geçirmeye çalışacağız.
Röporajı yapan İpek Özbey’in, röportaja, maksadına ve hedefine uygun olarak konuya giriş yapan soruyla başlaması, röportajı daha dikkat çekici hale getirmiştir. Hani meşhur sözdür; “Adamın Ebubekir deyişi, ağzını büzüşünden belli olmaktadır.” sözüne benzer bir yaklaşımı, Röportaj okunduktan sonra, burada açıkça görülecektir.
“Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görevden almalar, mütedeyyin çevrelerin eleştiri odağındaki şatafat merakı, dünyayı sarsan DEAŞ terörü… Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’yla bir araya gelip bu konuları konuştuk. “Kuran’ı Kerim ile aramız açıldı. Kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva verir olduk” diyen Bardakoğlu’na göre çare, ‘güzellik, huzur, hoşgörü’ ayı ramazanda Müslümanların hayatlarını gözden geçirmesi’...
Bu konuları konuşmakta tabii ki bir sıkıntı yok, ancak esasen sıkıntının, problem olarak görülen ve konuşulmaya çalışılan hususlara zemin olan problemlerin arka planına inerek nedenleri ve çareleri yönünde bir izahatın istenmemiş olmasındadır. Fakat Başkan’ın, “Kuran’ı Kerim ile aramız açıldı. Kuran’ı Kerim’in bize verdiği öğütlere kulak tıkadık ve kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva verir olduk” açıklamasına “-Neden?” sorusuna, verilen cevapta ise, “Çünkü dini bilgi üretiminde metot kalmadı…” denmektedir. Biz ise, buna karşılık olarak, “bunun muhatabının/sorumlusun kim olduğu ve neler yapılması gerektiği” sorusunu boşuna bekledik durduk.
Ama Özbey’e hakkını vermek gerekir, Başkan’ın İslam dünyası ve Müslümanlarla ilgili çizdiği olumsuz tablo karşısında “Kimin suçu?” diyerek konuyu anlamaya yaklaştıysa da hepsi o kadar. Devamı gelmedi. Düşünebiliyor musunuz, dinle ilgili koskoca bir camianın başında bulunan bir yetkiliyle röportaj yapılacak, ama Başkan’ın yakındığı ve şikâyet ettiği konularla ilgili olarak ona, “sizin bu konuda yaptıklarınız veya yapamadıklarınız”ın neler olabileceğinin ve sebeplerinin sorulmaması, bence röportajın en zayıf tarafı bu olsa gerektir. Zaten din karşıtı oldukları halde, sûret-i Haktan görünenlerin hoşlarına gitmesinden dolayı, “İşte gerçek din adamı budur!” demeleri de bu yüzden değil midir?
Biz, önümüzdeki yazılarda röportaja konu olan hususları ve yapılan açıklamaları anlamaya çalışacağız.
Bir bakın Allah aşkına, son yaşanan olaylara. İnsan demeye bin şahit lazım olan bu hilkat garibesi yaratıklar, neden bu savaşları çıkarıyorlar, neden ülkeleri işgal ederek insanlara zulmediyorlar? Neden şu mübarek günlerde, kutsal mekânları basarak, kopasıca çizmeli ayaklarıyla mabetleri çiğneyerek, ibadet halinde olan insanlara hunharca davranıyorlar? Hangi alçak gaye, bu menfur olayı ve olayları haklı çıkarabilir?
İnsanlığın rahmet damarı kurumamışsa, gelişmeleri tefekkür ederek ve analiz ederek insanlığına döner. Yaptıklarının yanına kâr kalmayacağını bilir ve hatasından dönerek Yaradan’ına sığınır. Allah’ın, insanlığın ve tüm yaratıkların huzuru için kurduğu ve istediği düzeni değiştirmeye kalkışmak ve yeryüzünü fesada boğmaya çalışmak ve bunda ısrarcı olmak, O’nun affetmeyeceği günahlardandır.
Hiçbir Müminin, yeryüzünü fesada boğmak gibi bir şenaatin içinde olmayacağı, olamayacağı kesindir. Ancak, insan olarak olabilecek günah ve hataları olabilir. Bundan da rücu ederek kurtulmanın yollarını, fırsatlarını kovalaması onun imanının gereğidir.
Bu bakımdan şu mübarek günlerde Müslüman’a düşen, Allah’ın, dünya üzerindeki olup biten her şeyi bir düzen, bir mana ve hikmet üzere yaratmış olduğunu unutmamasıdır. Ve bu manada Allah’ın uyarılarına kulak vermeli, yol gösterici olan işaretlerini, sözlerini rehber edinmelidir.
"Sizi imtihana çekip, hanginizin daha güzel davranışta bulunduğunu bildirmek için ölümü ve dirilişi yaratan O'dur." (Mülk:2)
İmtihan dünyasında, hata ve günah işleme ihtimalimiz var. Kul olarak, hatadan ve günahtan hali değiliz. Peygamber (SAV), buyuruyor ki; "Bütün insanlar günah işleyebilir. Günah işleyenlerin en hayırlı, (işlediği günaha pişman olup) tövbe edenlerdir." (İbni Mace, 'Züht', 30)
İnsan, melek değildir. Bu bakımdan hatasını ve günahını anlayıp Yaradan’ına dönmesi esastır. İşlediği günahları çoğaltıp onlarda ısrarcı olması kulluğunu zedeler. Bu durum Allah tarafından hoş karşılanmaz ve uyarılır:
"Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (Haşr: 18,19)
Kulların Allah'ı unutması, onun kitabı Kur'an'ı, bir kenara atmaları ve ilahi ahlak esaslarına uymamalarıdır. Allah da Kur'an'ı arkaya atan kişilere kendi nefislerini unutturur. Böyle kişiler, kendilerinin doğru yolda mı, yoksa eğri yolda mı bulunduklarını düşünmezler ve ahiret hayatları için bir şey hazırlayamazlar. (Gazali, ilahi Nizam, c.1, s. 51)
Şahsımızla ilgili bu kadar önemli bir uyarıyı dikkate almamak akıllıca olmayacağını her aklıselim kabul eder. Bu sebepledir ki kullar olarak namazımızda Allah'ı unutmamamız, zekâtımızda, orucumuzda, sosyal yaşantımızda, konu komşumuzla olan ilişkilerimizde Allah’ı unutmamamız gerekir... Sehven veya kasten, komşumuz, arkadaşımız hakkında olumsuz konuşmaya yeltendiğinde, yani gıybetini, dedikodusunu yapmaya kalkıştığında -ki Allah, hepimizi bu kötü huylardan korusun- hemen aklımıza Allah gelmelidir.
Her ne kötülük işlenmeye niyet edilirse veya onu işlenmeye başlanılırsa Allah hatırlanmalı ve derhal vazgeçilmelidir. Böyle anlarda Allah'ı hatırlamaz ve onu göz ardı edersek O da bizi unutur ve bizden vazgeçer, Allah korusun.
Bundan dolayı kişi, şeytana, nefsine, heva ve hevesine uyarak bir hata, bir günah işlemişse mutlaka tövbe etmelidir, tövbeye sarılmalıdır. Bu, her Mümin için bir vecibedir.
Şu mübarek günleri fırsat bilerek günahlarımızdan, hatalarımızdan arınma ve kurtulmaya bakalım... Hedefe varmak için yavaş yavaş değil, oldukça hızlı davranalım, hatta mümkünse, elverdiğince koşalım... ola ki Allah’a sığınmaya vaktimiz kalmaz. Bunu hep birlikte ve birbirimize yardım ederek yapmalıyız... Allah bunu bizden istiyor; bizleri affetmek, mağfiretini üzerimize yağdırmak istiyor: "Kurtuluşa ermeniz için, ey iman edenler topluca Allah'a tövbe ediniz." (Nur:31)
Tövbe etmek ve günahlardan arınmak, kendimiz içindir, bir başkası için değil! Çünkü insan, yaptıklarından sorumlu tutulmak üzere yaratılmıştır. Yani, ifade ettiğimiz üzere bu dünya imtihan dünyasıdır ve insan, Allah'ın buyurduğu gibi; "insan başıboş olarak bırakılacağını mı sanıyor?" (Kıyamet:36) Elbette insan, başıboş bırakılmayacaktır, çünkü manasız ve boş yere yaratılmamıştır ve başına buyruk olarak da bırakılmamıştır.
İmkân olarak verilen mübarek günleri fırsata çevirmek elimizdedir. Tefekkürle varlığın hikmetini idrak etmekle her şeyimizi borçlu olduğumuz Yaradan’ımıza yönelmeye, O’na sığınmaya ve O’ndan eksiklerimizin affını dilemeye o kadar çok ihtiyacımız var ki!
Rabbim bizleri nefislerinize esir olmaktan korusun, yolundan ayırmasın, yeryüzünde işlenen cinayetlere ve zulme mani olma gücünü ve basiretini bizlere lütfetsin. Bu mübarek günler hürmetine de bizleri razı olduğu kullarından eylesin. 18.04.2022
Adeta “kuzuların sessizliği”ne bürünmüş bir halde, suskun mu suskun! “Kimdir bu?” diye merak edilecektir elbet. Son günlerde gündemi meşgul eden konulara nal toplatırcasına, darbe yaparcasına gündeme el koydu. Ne enflasyon, ne dolar, ne altın, ne piyasa ne ekonomi konuşuldu. Bugünlerde varsa yoksa o ve onun şarkı sözleri… Kimdir bu illüzyonist, bu sihirbaz, ne dedi de sihirli bir değnek gibi bir dokunuşla odak noktası haline geldi?
Haklısınız, bugüne kadar tanıdığımız ve hatta çoğumuzun sempatik bulduğu bir şahsiyet gitmiş, yerine itici, kırıcı, hakaret edici bir vasfa bürünen bir kişilik gelmiş… İnsana hakaret eden bu itici ve nobran birini tanıyamayışımız ondandır. Bu da normaldir; ayın hareketleri ile evrelerine bağlı olarak karakteri ve huyu değişen kişi ve onun yaşadığı psikolojik duruma göre şekil alması… Batı mitoloji ve masallarında yer alan ve dolunayda kurda dönüşen Erbörü (Kurtadam) motifi işte bu anlayışın bir dışavurumu olarak anlatılır. Türk kültüründe de dönüşen dişilerine “Eşbörü/İşbörü” (Kurtkadın) denmektedir.
Demek oluyor ki, tanıdığımız, bildiğimiz bir şahsiyetin birdenbire farklılık göstermesinin arka planında bir şeyler vardır; bilinmeyen bir gizem, bir sır, bir dürtü veya başka bir şey… Bu etken, her ne ise; dolunay mıdır başka saikler midir bunun cevabını onun adına avukatlık yapanlar bilemez, bilemedikleri için de veremez. Onun cevabı ondadır, açıklamasını yapmak da ona düşer. Evet, ortalığı geren, bir inancı bir şekilde hedef alarak istiskal eden bu gizemli sözün sahibi, “Minik Serçe” namıyla maruf ve meşhur olan Sezen Aksu’dur.
Kamuoyu, onun şarkısında geçen sözlerin ne olduğunu zaten biliyor. Hiçbir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar manası açık olan şarkısının ilgili dizelerini buraya alarak sorularımızı ona soralım. Soralım ki, cevap verip vermediğine tarih tanıklık etsin:
……
Binmişiz bir alâmate
Gidiyoruz kıyamete
Selam söyleyin o cahil
Havva ile Adem'e
…..
Bu şarkının sözlerindeki eyyamcılığı, bayağılığı, laylaylomculuğu ve kaypaklığı, bildiğimiz Sezen Aksu’nun o derinlikli şarkılarıyla karşılaştırdığınızda hangisinde görebilirsiniz? Yaşamanın güzelliklerini hikmetlerini, sevgiyi, aşkı, vefayı, dürüstlüğü, yol göstericiliği, toplumsal yaralara parmak basarak dağlara sığınma ihtiyacını vs. vs. dile getiren o güzel şarkıların sahibine ne oldu? Ne oldu da her gün aynı havayı solukladığı, birlikte yaşadığı acısını, kederini, hüznünü, sevincini, mutluluğunu paylaştığı insanların değerlerine, beyni boşaltılmış, zihni rehnedilmiş, adeta hipnotize edilmiş bir haleti ruhiye içinde hakaretler yağdırmıştır.
Biz kendisine diyoruz ki, ne olur şeytana ve şeytanın yoldaşlarına uyarak, kanarak bugüne kadar onurla oluşturduğunuz itibarınızı yerle bir etmeyesiniz. Son kertede kendini sokan akrep durumuna kendinizi sokmayasınız. Biz sizi Barış sürecindeki duruşunuzu; Hükümetin 'terör ve Kürt sorununun çözülmesine yönelik açılımı'na destek için Başbakan Erdoğan'ı telefonla arayarak, açılımla ilgili görüşlerinizi ilettiğinizi ve destek mesajı verdiğinizi, dahası, "Annemle, babamla konuştum. Son açılımınızı hep birlikte, canı gönülden destekliyoruz. Sürecin güzel bir şekilde tamamlanması için elimden geleni yapmaya hazırım. Annem ve babam, bu sürecin karşısında duranları iki cihanda lekeli kabul ediyorlar, ben de öyle görüyorum. Türkiye'nin her köşesinde ayrı bir güzellik var. Türkiye'nin her karesi aynıdır, bizim ayrımız gayrımız yok, olamaz da" dediğinizi biliyoruz.
Bütün bu yaptığınız güzel şeyler, bütün müktesebatınız, sizin iyi bir insan olduğunuzu göstermektedir. Basında hakkınızda çok şeyler yazıldı çizildi. Bu ülkenin kahir ekseriyetinin inancı konusunda vuku bulan rencide edici, yaralayıcı, üzücü bu müessif olayda, sözüm ona sizi savunur gibi gözükenlerin ne denli insanlıktan, insani değerlerden uzak ve ideolojik bir anlayışı sergiledikleri, gözünüzden kaçmamıştır. Cemaziyelevvelleri herkesçe malum olduğu için onların, yanınızda duruşlarının hangi çıkara dönük olduğunu ve esasen zerre kadar bir kıymetinin olmadığını bilebilecek zekâya sahipsiniz. Dosyaları olumsuzluklarla dolu olduğu için yanınızda durmaları bile sizin gibi birisine hakaret sayılır. Soy sop ırk meselesi konusunda da yazıldı, biliyorsunuz. Ama şunu da biliyor olmanız gerekir ki, İslam inancında, beraatı zimmet asıldır diye bir kural var. Hiç kimse ispat edilmedikçe suçlu sayılmaz. Hangi ırktan, hangi soydan gelirse gelsin insanoğlu, esasta o sizin haşa “cahil” olarak nitelendirdiğiniz Hz. Âdem’den meydana gelmiştir. Hiç insan atasına hakaret eder mi? “O, onu atası olarak kabul etmiyor ki!” kabilinden söylemler duyuyorum. Onun cevabı da sizdedir. Cenabı Allah’ın gönderdiği Peygambere, Allah’a rağmen hiç “cahillik” vasfı yüklenebilir mi? Kaldı ki yaradılışında olumsuzluk belirten meleklere Allah, siz benim bildiklerimi bilemezsiniz, dedikten sonra ona eşyanın isimlerini/hakikatini öğretti. Hiç hocası Allah olan biri cahil olabilir mi? Buradaki sözlerinizden şu yargının çıktığını bilmelisiniz. Bunu düzeltmek de size düşer:
-Haşa Allah, iyi bir öğretmen değildir, ona hiçbir şey öğretememiştir ki, o da “cahil” kalmıştır.
-Allah’ın (haşa) ikinci hatası, “cahil” olan birine peygamberlik görevini vermiştir.
-Vardığınız bu kadar önemli bir yargıyı neye dayandırdığınızı da belirtmemişsiniz.
Bu manada esasen, sadece Hz. Âdem ile Havva zemmedilmiyor. Birincisi Allah, sorgulanıyor. İkincisi, Hz. Âdem’in peygamberliği inkâr ediliyor. Edilmese bile yalancı olan birinin getirdiği mesajın da, dinin de yalan olduğu anlamına geliyor. Üçüncüsü, son Peygamber Hz. Muhammed (as)ın getirdiği Kur’an’ın da, Hz. Âdem gibi haşa “cahil” birisinin özelliklerinden; ilminden, getirdiği mesajdan söz edip onu kabul ve tasdik ettiği için o da inkâr edilmiş demektir.
Evet, yazımızın sonlarına geldik diyebiliriz. Bu milletin bir evladı olarak sizden bu şarkınızla ilgili olarak bazı şeyleri düşünmenizi istirham edeceğiz. Âdem ile Havva’yı şarkıya hangi bağlamda ve hangi gayeyle yerleştirdiniz? Şarkının söz yazarı başkası bile olsa onu söyleyen sizsiniz. Anlamını, bağlamını, dizeler arasındaki mana bütünlüğünü ve ahengini düşünmemiş ve anlayamamış olamazsınız. Sırf o iki kelimeyi –kelalaka- yerleştirme gayreti bile niyetin ve maksadın iyi olmadığını göstermeye yeter sanırım.
Esasta biz sizi tanıyoruz ve seviyoruz. Her ne olduysa oldu, hatadan rücu etmek büyüklüğün şanındandır. İnanın, özür beyanınız, size bir şey kaybettirmez, ama çok şey kazandırır. Varını yoğunu, hatta canını bile değerleri uğruna feda etmekten geri durmayacak bu güzide ülkemin güzide insanlarını değerleri ile sevdiği sanatçı arasında bir tercih yapmak zorunda bırakmayın ve size yakışan açıklamayı yapmanızı istirham ediyoruz.
Siz ki, olur olmaz her şeye konuşan ve hatta sahnede bile olmazları anlatabilen Minik Serçe’ye ne oldu da dut yemiş bülbül gibi suskunluğa gömüldünüz? Şarkıları, şakaları, esprileri, cana yakınlığıyla kendinizi bize sevdirmiş biri olduğunuzu unutmayın, unuttuysanız da bu satırlarla hatırlamaya çalışın. Sahnelerde, dillerden düşmeyen şarkılarınızla, yaptığınız esprilerle hepimizi gülmekten kırıp geçiriyordunuz. Hatırlayın, 2011 Temmuz ayında çıktığınız Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda hayranlarınızla yaptığınız sohbeti. Genç müzisyenlerimizden Okay’ı sahneye davet edip, “Okay, kardeşim sayılır, ama kellik ona çok yakışıyor. Bilirsiniz ben kellerden hoşlanırım” diyerek herkesi güldüren sizsiniz.
Sahnede ve her platformda sahip olduğunuz özgüvenle bu kadar açık olabilmeyi, halkın teveccühünü, sempatisini kazanmayı başarmış birisi olarak, gelinen noktada size önemli bir görev düşüyor: Gelin şu veya bu sebepten dolayı yaptığınız hatadan dönün ve hatta tövbe edin. Sizi çok seven ve sizin de çok sevdiğinizden emin olduğum halkınızla bütünleşmeyi sağlayacak açıklamayı yapın. Arkadaşınız, dostunuz ve hatta babanız bile olsa sizi bu sevgiden ayrı düşürmek isteyenlere kanmayın.
Sizi seviyoruz ve bu sevginin devamı için açıklamanızı dört gözle bekliyoruz. Saygıyla ve sevgiyle kalın.
Bu sektörün/sanayiinin içinde yerini alan sporcuların, burada yer almanın hakkını vermeleri bir mecburiyettir onlar için. Bir defa burada günün en az 10-12 saatini bu sektörün belirlediği kurallar çerçevesinde çalışacaklardır. Burada bulunan her bir sporcu, adeta “Beyin ve kastan oluşan hassas bir makine, vücudunu araç olarak kullanan bir teknisyen, bir bilim adamı” haline gelmektedir. Bu işin içinde yer aldıktan sonra, artık işin normalliğini de ruhen ve bedenen kanıksamışlar demektir.
Böylesine bir keyfiyet içinde yapılan sporunun “oyun ve eğlence” olmadığı açık değil mi? Hele sporcu için artık bu iş, oyalanma ve vakit geçirme meşgalesi olmaktan çoktan çıkmıştır. Bu, kuralları, keyfiyeti, muhatapları itibariyle tam anlamıyla işin ta kendisi olmuştur. (Kurthan Fişek, “100 Soruda Türkiye Spor Tarihi” S.5,6)
Sporun hiç bir tanımında olumsuzluk öğesi görmek mümkün değil... Vurmak, kırmak, kan akıtmak, acıtmak, öldürmek, sonuca gitmek için her yolun meşruluğunu içselleştirmek asla spor olamazdı. Psikoloji biliminden tıp bilimine oradan toplum bilimine kadar hiç bir bilim asla olumsuzluklar içeren bir eyleme “spor” tanımlaması getirmemiştir.
Sporcunun hayat felsefesinin tezahürünü eylemlerinde görmek mümkündür. O, inandığı ve düşündüğü gibi yaşar. Şüphesiz bu bir kültürdür, hayata bakıştır. Sonuçta da sporcuların kanıksadığı ve toplumda yaygınlaşan değer yargıları oluşmaktadır.
Bütün bunları bize düşündüren olay, Süper Lig'in 14. Haftası,
Onlar için sonuca gitmek her şeyden değerliydi. Bir sporcu yerde yatıyormuş, ayak yan bağları kopmuş, belki de kalpten gitmiş de olabilirdi, ama ne önemi vardı! Önemli olan sonuca gitmek ve 4. Golü atmaktı. Öyle mi? Yazıklar olsun sizin bu anlayışınıza, yazıklar olsun insanlığınıza! Hadi ülkemin ve güzel insanlarının güzel değerlerini bilmiyor bu yabancı futbolcu, ya siz? Siz de mi bilmiyorsunuz? Siz de mi yabancılaştınız? Sahi Giresunluların karşısına hangi yüzle ve nasıl çıktınız?
Fair- Play, centilmenlik mi dediniz, bunların hepsi meğer yazıda ve satır aralarında, tribünlere yönelik şov malzemeleri olarak kalmış sizlerin değer dünyanızda. Size göre yerde yatan en nihayetinde bir sporcu, öyle mi? Onun yerinde sizin de olabileceğiniz hiç mi aklınıza gelmedi? Ne oldu size, insanlığınızı bir gole mi sattınız? Bari hatanızı kabul edin ve özür dileyin, mazeretiniz kabahatinizden büyük olmasın. Oyuncularının bu konuda rahatsızlık duyduğunu düşünüyormuş sayın teknik direktör. Tabi saha içinde sevinçten naralar atarken, birbirlerine sarılıp zıplarken ne de çok üzgünlerdi(!)
Eminim Giresunlu kardeşlerim, futbolcularına, “Evet 3 puan, 4 golle alındı ama 4. Golle insanlık öldü. Değdi mi? Keşke küme düşseydik de sizin bu insani hareketten vazgeçişinizi görmeseydik” demektedirler. Çünkü ne Giresunspor yöneticileri ne de Giresun halkı bu olumsuzluğu hak ediyor. “Giresunspor kulübü, centilmenliğiyle adından söz ettiren bir yönetime sahipti. Henüz ligin başında, kulüp olarak 2020 yılında kazanılan fair play ödülünü, sezonun 3. haftasında kendi evinde oynanan Trabzonspor karşılaşmasında törenle almıştı. Ödül Başkan Hakan Karaahmet’e takdim edilmişti.
O yıl TFF 1. Lig’de mücadele eden Giresunspor, Osmanlıspor maçında rakip takım oyuncusu Jovan Blagojevic’e çok sert bir faul yaparak kırmızı kart gören Bekir Yılmaz’ı kadro dışı bırakmış, ardından yönetim ‘Bu ilke ve duruşumuzdan asla taviz vermeyeceğimizi, camiamıza saygıyla sunarız’ diye açıklama yapmıştı. Ayrıca Osmanlıspor Kulübü ve Jovan Blagojevic’ten özür dilemişlerdi.
Yönetimi böylesine Fair Play anlayışı içinde olan bir kulübün takımı, Beşiktaş maçında o hatayı nasıl yaptı, anlamak zor. Ancak bu olay o kadar çok konuşuldu ki belki de bir dönüm noktası oldu. (Bundan ders çıkaran Giresunspor) Ziraat Türkiye Kupası’nda 2. Lig ekiplerinden Ankara Demirspor ile oynadığı maçta Ankara ekibinin kalecisi, Beşiktaş maçındakine benzer bir şekilde kalesine dönerken sakatlanıp yerde kaldı. Giresunsporlu Çekdar Orhan, kaleye gitmek yerine topu taca atıp oyunun durmasını sağladı.” (Remzi Yılmaz, TSA Yayın Danışmanı, https://turksporajansi.com/2021/12/03/her-serde-bir-hayir-vardir/ )
Madem insanlık dedik, madem insani değerler dedik, o zaman dünya çapında bir örneği hatırlatalım ve hatta yazıp başucumuza koyalım ve her gün okuyalım da bazı değerlerin insanlık adına her şeyden önemli olduğunu unutmamak üzere zihnimizdeki yerini alsın.
Mısırlı sporcu Muhammed Ali Rashwan 1984’te Los Angeles’ta düzenlenen uluslararası olimpiyatlarda yarışmaktadır. Finalde Judonun çok önemli bir ismi olan Yasuhiro Yamashita ile karşılaştı. Otorite ve seyircilerde genel kanaat, Rashwan’ın maçı kazanacağı yönündeydi. Çünkü bir önceki maçta Yamashita, çok önemli bir sakatlık yaşamış ve bacağında bir kas yırtılması olmuştu. Değil maç yapmak yürümede bile zorluk çekiyordu. Fakat, Rashwan, prosedüre tamamen uygun olduğu halde rakibinin sakat bacağına değil bir vuruş, bir hamle dahi yapmadı ve sonunda maçı kazanan Yamashita oldu.
Daha sonra neden hamle yapmadığı soruldu. İsteseydi sakatlığı kullanıp o bacağa yüklenerek müsabakayı kazanıp altın madalyayı da alabilirdi. Neden bunu yapmadığı soruldu. Gazetecilere şu muhteşem cevabı verdi: “Ben Müslümanım. Benim dinim insana zarar vermeyi yasaklar. Eğer o durumdayken bir de ben oradan yüklenip oraya vursaydım, sakat kalabilirdi. Madalya için bunu ona yapamazdım.” (Kaynak: https://pixabay.com/)
İşte değer ve işte insanlık! Hayat için bundan daha büyük ve daha yüce bir değe ve davranış olabilir mi? Hangi madalya ve hangi sportif veya başka bir başarı insandan, insan sağlığından daha önemli olabilir?
Kaynaklara göre 50.000’den fazla Japon, onun bu tavrından etkilenerek Müslüman oldu. Aynı yıl Uluslararası Fairplay Komitesi tarafından ödüle layık görüldü.(Muhammed Yusuf Kaba, https://www.bidunyahaber.org/ornek-bir-musluman-ahlakinin-spora-yansimasi-muhammed-ali-rashwan/)
Her ne iş yapıyor olursa olsun, insana değer veren bir anlayışı özümseyen bireylerin oluşturduğu toplumlar, huzurun kaynağıdır. Bunda şek ve şüphe yoktur.
“Adalet mülkün temelidir” sözü bu değeri ve bu değerin oluşturduğu toplumun malik olduğu huzuru ifade etmiyor mu? Neticede adaletin olmadığı bir yerde hangi anlayıştan, hangi düşünceden ve hangi huzurdan bahsedilebilir? Bunun teminatı olmayacak hangi “çağrı” yerini bulur?
Toplumsal yaşamda, tarih boyunca haksızlıkların olduğunu ve yaşandığını biliriz. Adaletin gözetilmediği, hakların gasp edildiği, zulümlerin envaı çeşidinin işlendiği zamanları ve toplumları biliriz. Ancak, çok az insanın da haksızlıklara karşı çıktığını ve adalet için çırpındığını da biliriz. Çünkü haksızlıklara karşı çıkmak öyle kolay, öyle sıradan bir iş değildir! Bunun için niyet ve azim ister, cesaret ister. Bunlar için de mangal gibi yürek ister ve daha da önemlisi ruh ister, karakter ister… Bu da serden geçmeyi gerektirmektedir şüphesiz.
– Tarihe mal olmuş çok önemli örnekleri vardır bunun. Bunlardan biri “Hilfu’l-Füdul” cemiyetidir. Bu, zalime karşı mazlumdan yana olma ve zalimden hesap sorma amacıyla Mekke’de kurulmuş olan yeminli bir topluluktur. Hz. Peygamber, Peygamberlikten sonra, bu topluluğun işlevselliğinden söz etmiş ve İslâmiyet’in bu hak hukuk anlayışını daha da ileri götürdüğünü belirtmiş ve inandığı ve sitayişle söz ettiği bu topluluğun yeminini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa değişmeyeceğini, öyle ki, tekrar çağrılsa, tereddüt etmeden behemehâl icâbet edeceğini söylemiştir. (Muhammed Hamidullah, TDV)
– İ.Ö. 73'te Gladyatör Spartacus’un başlattığı köle ayaklanmasının, tarih boyunca haksızlığa, baskıya ve zulme karşı olan mücadelesi özgürlüğün simgesi oldu. Hollywood’da, Spartacus adına filmlerin çevrildiği bilinmektedir.
– Bir Protestan ilahiyatçısı Friedrich Martin Niemöller, kiliseler arası kavgalarda kendisini geliştirerek nasyonal sosyalizm karşıtı bir direnişçi oldu. 1937’de tutuklanarak Sachsenhausen Toplama Kampı’na götürülerek orada büyük eziyetler gördü. Yaşadıklarını kısaca şöyle ifade etti:
“Naziler komünistleri götürdüklerinde sustum. Çünkü ben komünist değildim. Sendikacıları götürdüklerinde sustum. Ben sendikacı da değildim. Sosyalistleri içeri aldıklarında sesimi çıkarmadım. Ben sosyalist değildim. Yahudileri tutukladıklarında sustum. Çünkü ben Yahudi değildim. Beni götürdüklerinde, geride artık karşı çıkabilecek kimse kalmamıştı.” (Deniz Kavukçuoğlu, 09 Ocak 2012 Pazartesi-Cumhuriyet)
Başkalarının hakkına sahip çıkmayı düşünmeyen insanın, kendi hakkının çiğnenmesine ortam hazırladığını er veya geç acı tecrübeyle öğrenecektir. Yılanın bir gün kendisini sokacağını da… Haksızlığa karşı olma bilinci geliştiğinde bir kimse, ancak insan olma vasfını kazanmaya doğru yol alır. Kişinin dünya görüşü ne olursa olsun; dini, mezhebi, rengi, cinsiyeti, düşüncesi ve inanışı farklı da olsa ona karşı, adaletle yaklaşmak ve adil olmak inancımızın ve dahi insan olmanın gereğidir. Hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kişilerden olmak da bu zorunluluğu gerektirir.
Bu evrensel ilkenin çiğnendiği zaman ve mekânda susanlar, bu suskunluğun neticesinde sıranın kendilerine geleceğini beklesinler!