Günlük | : | 83 |
Haftalık | : | 849 |
Aylık | : | 4975 |
Toplam | : | 361906 |
Şimdi bu kanallarda her gün belli insanların sözüm ona her alanda uzman olduğu, konuştuğu bir noktaya geldik. Öyle ki hangi konu olursa olsun her konuda uzman olmak, her konuyu değerlendirebilmek gibi büyük yeteneklere(!) sahipler. Hemen her gün ekranlarda görmekten gına geldiğimiz bu tipler dış politikadan eğitime, adaletten tarıma, ekonomiden sağlığa kadar her alanda rahatça konuşuyorlar.
Bunların konuşmaları, yalnızca iktidarın icraatlarını savunmak, lehine yorumlar yapmak, tasarruflarına kılıf uydurmak, yanlışlarına mazeret üretmek yani iktidar borazanlığından ibaret. İncili Çavuş’un çağdaş versiyonları!
MEDYADA TEKELLEŞME DÖNEMİ
Çünkü bu yorumcular biliyorlar ki aykırı yorum yaptıkları takdirde istihkakları kesilir bir daha ekranlara çıkamazlar. Hal böyle olunca insanlar haber alma özgürlüğünü, sosyal medya üzerinden bazı basın mensuplarının kişisel bloglarından veya yerel basın üzerinden elde ediyor. Ulusal basın tekelleştiğinden bu mecralar kısmen özgür bir alan sayılıyor.
Ülkedeki basın özgürlüğü ve yandaş yayın organlarının iktidarın tasarruflarının savunmaktan başka değer diye bir mefhumları da yoktur. Zülfü yâre dokunmadıkça Milli ve manevi değerlere aykırı yayın yapmakta da beis görmezler. Örneğin sabah kuşakları programları, öğle sonrasındaki realite şovlarda neler döndüğünü tüm Türkiye görüyor. Polisiye vakalar sıradan olaymış gibi, ahlaksız diziler aile düzenini yok eden yayınlar rahatça gösteriliyor, bilinçaltı propagandası yapılıyor.
Yayınlar özgürdür(!) Ne zaman ki ucu saraylılara dokunacak bir eleştiri yaparsınız, önce sosyal medyadaki trol orduları devreye girer. Sonra işi kendine trollük addetmiş hatta üst düzey politikacılar da dahil herkesin herkesle muhatap olduğu ilginç keşmekeşlikle karşı karşıya kalırsınız.
Halkın tarafsız haber alma organlarından yerel basın mali bunalımda. Büyükleri gibi finanse edilmediğinden büyük sıkıntılar içerisinde yayın faaliyetlerini devam ettirmeye çalışıyorlar. Bir yerlerden de finanse edilen de ona uygun yayın yapmak zorunda bırakılıyor.
TARTIŞMALI BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ!
Türkiye'de basının özgür olduğunu, herkesin her şeyi rahatlıkla söylediği konuşulurken, bir taraftan da dünyada en fazla “tutuklu gazeteci” bulunan ülkelerden birisiyiz. Rakamlara yansıyan bu tablo her şeyi anlatmaya yetiyor. Sıralamada daha kötülerin olması iyi olduğumuz anlamına gelmez.
Eline kalem alan herkes tedirgin. Köşe yazarı, hangi yazımdan başım belaya girecek? Muhabir, hangi haberim beni çetelerin hedefi yapacak? Siyasetçi, hangi eleştirim Cumhurbaşkanına hakaret sayılacak? Fikir insanı, hangi açıklamamdan dolayı gece yarısı evimden alınacağım, ifade vermeye gideceğim korkusu yaşıyorsa, yorumcu hangi cümlem vatana ihanet suçuyla yaftalanmama, terörist damgası yememe neden olacak korkusu taşıyorsa burada bir sorun var demektir. Nitekim yayın kuruluşu yöneticileri de hangi programımıza RTÜK’ten ceza yağacak diye endişeleniyor.
Çok daha ağır suç ve ithamlar hiçbir tahkikata bile tabi değilken sosyal medyada sıkça rastladığımız Cumhurbaşkanı ile ilgili söylenen herhangi bir sözden/paylaşımdan dolayı “Şu anda ifade vermek üzere adliyeye çağrıldım, ifade vermeye gidiyorum” gibi o kadar çok haber okuyoruz ki artık sıradanlaştı.
YAFTALANMA KORKUSU!
Günümüzde muhalif olan herkes her durumda ya FETÖ’cü ya da PKK’lı etiketine pekâlâ maruz kalabilir. Bu suçlama için herhangi bir somut delile ihtiyaçta yok. Sadece bir yorumunuz veya sözünüz terörle yaftalanmanız için yeterli, en basit bir hadiseden vatana ihanet yaftası pekâlâ yersiniz. Bugün on binlerce hakaret davası hatta yanlış anlaşılabileceğiniz cümlenizdeki tek bir kelimeden ya da bütünlük içerisindeki cımbızla çekilen bir cümle sizi bir şekilde terör damgası yemeye açık hale getirebilir.
Evet, geçmişte pek çok cumhurbaşkanı, başbakan gördük, ama hiçbirinde bu kadar dava açılmamıştı. Bu da yeni sistemin getirdiği “partili cumhurbaşkanı” uygulamasının olumsuz yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye'de basın özgürlüğü ve yayıncılık, teminat altına alınması gerekiyor. Basın özgürlüğü sözde varken fiili durum da ortada yok. Bugün böyle bir ortamda muhalefetinde kendini rahatça anlatabileceği bir yayın mecrası/organı da yok. Herhangi bir haber kanalına ancak izin verildiği kadar çıkabilir. Sadece kenardaki üç-beş belli kanala açıklama yapmak zorunda bırakılır. İktidar basının bütün organlarını kontrol altına almış, istediği gibi koordine ediyor, istediği haber yayınlanıyor, istemediğinde de es geçilebiliyor.
SÖZDE ÖZGÜRLÜK!
Başkentin ortasında, ideolojik kimliği olan akademisyen, bir kurumun genel başkanlığını yapmış bir kişiye yönelik işlenen cinayet, haber değeri bile taşımıyor. Zaten yayılmasını istemedikleri konuda olay yerine kolluk kuvvetleri sağlık ve kurtarma ekibi ulaşmadan yayın yasağı getiriliyor. Yayılmasını istedikleri haberlerde ise göz yumuluyor. Yayın yasağı, kamu yararından ziyade siyasi iradeye etkisi üzerinden değerlendiriliyor.
Bu da bütünüyle yapılan işin iktidarın lehine mi aleyhine mi olacağı ile ilgili bir durum. Bugün sokak röportajlarıyla vatandaşlar kendilerini ifade edebildiğinden, şimdi onu da engelleme yoluna gitmiş durumdalar. İktidar basın özgürlüğünü sadece bir hamaset/retorik olarak kullanıyor.
Evet, basın ekonomik olarak dar boğazda, psikolojik baskı altında, haber yapma özgürlüğü olmayan, yaptığı haberle altından kalkamayacağı pekâlâ her türlü cezaya maruz kalabilecek, kaleminden çıkacak tek bir kelimenin başına neler getirebileceğini düşünmek zorunda kalınan bir devirde yaşıyoruz. Böyle bir ortamda ne kadar aksini iddia ederseniz edin; bağımsız basından, güçlü medyadan ve fikir özgürlüğünden söz edilemez.
Doç. Dr. Necmettin Çalışkan 19.01.23
Memur zamlarında da aynı artış umudu olduysa da açıklanan oran, beklentilerin hayli altında kaldı. Büyük gürültü kopacak diye beklenirken anket sonuçları mı yoksa “ülkede her şey bir kişinin lütfuyla gerçekleşiyor” imajı verilmek istenmesiyle mi bilinmez bir gün sonra yüzde 5 daha artırıldı. Bir gecede ne değişti?
Bütün icraatlarda olduğu gibi maaş orantılarında da yalnızca seçime endeksli, sandığa yönelik bir çalışma yapıldığını söylemeye gerek yok.
YÜKSEK ENFLASYON
İşin püf noktasında esas sorulması gereken soru şu; neden maaşlara yüksek oranlarda zam yapılmak zorunda kalınıyor? Paramızın değer kaybetmesine paralel, iyileştirmeye etkisi olmayan bu artışı zorunlu kılan nedir? Cevap herkesin bildiği gibi basit; Ülkede yüksek enflasyon var, ekonomi kötü yönetiliyor. Bütçeyi sömüren, büyük oranlarda faize akan ödemeler var. İsrafın, hesap bilmezliğin daniskası yaşanıyor. Ekonomide bir türlü dikiş tutturulamıyor, yamalar kapanmadığı gibi bilakis daha da artarak devam ediyor. Türkiye, Arjantin ve Venezuela gibi dünyada en yüksek enflasyon oranına sahip ülkelerden birisi. Böyle olduğu için de ne kadar zam yaparsanız yapın alım gücü artmıyor.
Enflasyon rakamları ilgili kurumca her maaş döneminde düşük açıklanıyor. Rakamlarla oynanıyor, manipüle ediliyor, böylelikle çalışanlara düşük zam veriliyor.
Bu noktada TÜİK gibi bir kurumun açıklama yapmasına, açıkçası kimsenin yalancı şahitliğine de gerek yok. Çarşı pazara çıkan herkes iğneden ipliğe tüm ürünlerdeki fahiş zamları hissediyor ve görüyor.
Araç muayeneleri, pasaport, iletişim gibi kamunun alacağı vergilerde/gelirlerde yüzde 100 ile yüzde 300 oranında astronomik artışlar uygulanırken, kendi ödemelerine/ödevlerine gelince maliyeye yük olacağı, hazineyi sıkıntıya düşüreceği gerekçeleriyle ince hesapların içerisine giriliyor. Keşke faiz ödemelerini de bu kadar dert edinip, çözseler.
Ülkedeki kriz maalesef palyatif tedbirlerle atlatılmaya çalışılıyor. Fiyat sabitlenerek bazı kalemler sübvanse edilerek durduruluyor. Serbest piyasa ekonomisinde bazı sektörlere ve firmalara gözdağı verilerek, tehditle fiyatları sabitlemeye çalışıyorlar. Ama nereye kadar bu gidişata dur denilebilir ki.
EYT MUAMMASI
Geçtiğimiz hafta Emeklilikte Yaşa Takılanların (EYT) durumu da açıklandı. Ülkede 5 milyon 850 bin çalışanı ilgilendiren EYT'den 2 milyon 250 bin kişi emekli oluyor. Bu da yine çifte standartlı bir tavrın neticesi, yansıması. Sayın Cumhurbaşkanın geçmişte yaptığı bir konuşmasında, “Seçim kaybedeceğimi bilsem bile EYT çıkmamalı, bu ülkeye ihanettir” derken, bu kararın değişimindeki niyet de ortaya çıkıyor. Belli ki burada hedef, mağdur bir kitlenin mağduriyetini gidermek, adaleti sağlamak, hakkı iade etmek değil, sadece seçim endeksli bir çaba.
Senelerdir kulak tıkanan düzenleme, apar topar gündeme getirildi. Hazineye maliyeti, sosyal güvenlik kurumuna etkisi falan bir tarafa bir gün farkla kaçırılan emeklilik -8 Eylül 1999 tarihinde işe girenle 9 Eylül 1999 tarihinde işe giren arasında- 15-20 yıl gibi bir farkın olması da huzursuzluğu ve haksızlığı beraberinde getiriyor. Bu durum yeni tepkileri doğuracak gibi gözüküyor. Halbuki kademeli bir düzen ile herkese yansıyacak bir çalışma pekâlâ yapılabilirdi ve yaş sınırı konsa bile kimse bundan rahatsız olmazdı.
Biz bir yasayla ilgili dönüşten bahsediyoruz da kamuoyu değişik alanlardaki dönüşlere alışkın. Geçmişte Sisi'ye yapılan efelenmelerin sonucunda tokalaşma, Suriye’de Beşar Esad'a savrulan tehditlere zeytin dalı uzatıp görüşme talebi gibi bütün politikalarda rahatça 'U' dönüşü yapıldığı gibi burada da pekala yapıldı.
EMEKLİLER VE ASGARİ ÜCRET
Asgari ücrete verilen zam halen açlık sınırının altında ancak daha fecisi emeklilerin durumu. Emekli maaşlarının asgari ücretle orantılı şekilde sabitlenmesi gibi bir düzenlemeye ihtiyaç var. Bu kesim hayli ezdirilmiş, hayat standartlarının çok çok altında yaşamaya mahkum edilmiştir. EYT ile emeklilik hakkı elde etmiş olanlar bile alacakları maaşın düşüklüğü nedeniyle sevinemiyor ve emekli olmaktan çekiniyor. Kaldı ki emekli olanların maaşı yetmeyeceğinden ikinci bir iş yapmak zorunda kalacağı için istihdam açığının daha da artmasına neden olacaktır.
Memur, işçi ve emeklinin hakkını korumakla yükümlü sendikaların durumları da kamuoyunda tartışılır hale gelmiştir. Sendikaların renklendirilmesi(!) iktidarın arka bahçesi konumunda görünmesinden kaynaklanmaktadır. Önüne getirilen her teklife kayıtsız şartsız imza atan, üyelerin hakkını savunamayan, alınan kararları ayakta alkışlayan imajı, üyeleri açısından sorun teşkil ediyor. Sendikaları bu duruma düşürenler, yaklaşımlarıyla destekçilerini zor durumda bırakmaktadır.
Özetle, seçime ve uçuruma doğru dolu dizgin gidiyoruz. İktidar seçimi kaybedeceği korkusuyla elindeki bütün kozları oynuyor, feveran içerisinde telaşla yanlış adımlar atıyor, ülkenin geleceğini tehlikeye sokuyor. Sadece tribünlere oynuyor, ülkenin sorunlarına çözüm bulmak, kalkındırmak, refah seviyesini yükseltmek, kişi başına düşen milli geliri yükseltmek, acılara/yaralara merhem olmak, yerine günü kurtarma peşinde. Çalışanlara asgari değil insani ücret ödemek yöneticilerin temel/asli vazifesi olduğu unutulmamalıdır.
Doç. Dr. Necmettin Çalışkan 5.1.23