Günlük | : | 83 |
Haftalık | : | 849 |
Aylık | : | 4975 |
Toplam | : | 361885 |
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular:
“Bir beladan kurtuluş ümidiyle beklemek ibadettir.
Kim az bir rızka razı olursa Allâhü Teâlâ da onun az amelinden razı olur.” (Feyzu’l-Kadîr)
“Allâhü Teâlâ’nın fazlından ve ihsanından isteyiniz. Zira Allâhü Teâlâ fazlından istenilmesini sever.”
“İbadetlerin en üstünü sıkıntılar içinde kurtuluşu beklemektir.”
“İyi bil ki, muhakkak Allah’ın yardımı, sabır ile beraberdir.
Muhakkak her belâ ile kurtuluş da vardır.”
“Muhakkak her güçlükle beraber (iki) kolaylık vardır.”
“Kim çok istiğfar ederse Allâhü Teâlâ da ona, başına gelen her gamdan bir ferah, her müşkülattan (darlıktan) bir çıkış yolu ihsan eder ve ummadığı yerden rızık verir.” (Ebû Davud)
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ duası, doksan dokuz derde devadır. Onların en küçüğü de gamdır.” (M. Zevâid)
“Sizden birinizin başına bir bela yahut dünya işlerinde bir sıkıntı geldiğinde Rabbinin onu kurtaracağı bir duayı öğreteyim mi?” Sahabe:
“Evet” dediler.
“O, Zünnûn (Hz. Yunus aleyhisselam)ın duasıdır: ‘Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn.” (Tirmizî). Bu Enbiyâ suresinin 87. Ayet-i olup meal-i şerifi şudur: “Senden başka ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum.”
Hz. Ebu Ubeyde (r.a.) düşman tarafından kuşatıldığı vakit Hz. Ömer ona şöyle yazdı:
“Bir kişinin başına her ne vakit şiddetli bir belâ gelse muhakkak Allâhü Teâlâ onun ardından kurtuluş (yolunu) da ihsan eder. Zira bir zorluk iki kolaylığa gâlib gelemez.”
Allah, belalar karşısında sabreden kullarından eylesin.
İmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür…
İmansız olan paslı yürek sinede yüktür!
İman; Peygamber Efendimizin Allah Teâlâ’dan getirdiği her şeyin doğru olduğunu dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmektir. Cebrail (a.s)’ın “İman nedir?” sorusuna Allah Resûlü (s.a.s) şöyle cevap vermiştir: “İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmaktır.”
İman edip dünya ve ahiret için yararlı işler yapanlara, içinde ebedi kalacakları ve hiç ayrılmak istemeyecekleri Firdevs cenneti vardır. Rabbinin ayetlerini, ahireti inkâr edip peygamberini alaya alanlara gelince, işte onlar, dünyasını ziyan etmiş kimselerdir. Ahirette ise varacakları yer cehennemdir.
İslam ile şereflenmenin ilk şartı Allah’a imandır. Mümin, Rabbinin bir tek olduğuna, her şeyi yoktan var ettiğine, yaşattığına ve yönettiğine canı gönülden inanır. Yalnızca Allah’a ibadet eder ve yalnızca O’ndan yardım diler.
Allah’a samimiyetle bağlanan mümin, doğumundan ölümüne kadar yanı başında bulunan, kendisini koruyan, bağışlanması için dua eden meleklerin varlığıyla huzur bulur.
Mümin, ruhuna ve bedenine şifa, gönlüne ve zihnine sükûnet, sözüne ve hayatına anlam katan Kur’an-ı Kerim’e sımsıkı sarılır. Yüce Kitabımızı en güzel bir şekilde yaşayan Peygamberimizin sünnetine tabi olur. Zira o bilir ki, sözün en güzeli Allah’ın Kitabı, rehberliğin en güzeli ise Peygamberimizin rehberliğidir.
Mümin, ahirete de iman eder. Dünyanın geçici, ahiretin ise asıl yurdu olduğunu bilir. Dünyada iken yapıp ettiklerinin hesabını ahirette vereceği bilinciyle bir ömür sürer. Nihayetinde mümin, kadere ve kazaya, hayır ve şerrin ancak Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiğine inanır. Bununla birlikte o, iradesini, aklını ve vicdanını kullanır. En iyiye, en doğruya ve en güzele ulaşmak için var gücüyle gayret eder. Zira kula düşen çalışıp çaba göstermektir; takdir, elbette Cenâb-ı Hakk’a aittir.
İmanın gönlümüzde kök salması, iman esaslarını hayatımıza yansıtmaktan geçmektedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s) bir hadislerinde şöyle buyurur: “İmanın yetmiş küsur şubesi vardır. Bunların en üstünü ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ sözüdür. En alt derecesi ise yoldaki eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir şubesidir.
Öyleyse geliniz, inandığımız değerleri yaşamaya ve yaşatmaya gayret edelim. Tüm canlıların elimizden ve dilimizden güvende olmasına özen gösterelim. Kul ve kamu hakkını, yetimin malını koruyup gözetelim. Etrafımıza sevgi ve muhabbet dağıtalım. İyilik yaptığımızda sevinip hamd edelim; kötülük yaptığımızda ise üzülüp tevbe edelim. Unutmayalım ki dünya ve ahiret mutluluğu, hakkıyla Rabbine itaat eden, içtenlikle iman esaslarına sarılan, ihlasla ibadetlere devam eden ve güzel ahlaktan taviz vermeyen müminlerin olacaktır.
Allah Resûlü (s.a.s) insanlara karşı vefalıydı. O, öylesine vefalıydı ki ömrü boyunca insanların dünyada ve ahirette huzura ermeleri için çırpınmıştı. Nitekim Rabbimiz, bir ayette Habibine şöyle seslenmişti: “İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!”
Peygamberimiz, ailesine karşı da vefalıydı. Mekke’nin fethedileceği gün çadırını Hz. Hatice validemizin kabrine yakın bir yere kurdurarak en zor zamanlarında kendisine destek olan sevgili eşine; ne zaman yanına gelse sevinçle ayağa kalkarak da kızı Hz. Fâtıma’ya olan vefasını göstermişti.
Rahmet Peygamberi (s.a.s), anne ve babaya vefa gösterilmesine ise ayrı bir değer vermişti. Bir keresinde “Anne babamı ardımdan ağlar bırakıp sana geldim Yâ Resûlallah!” diyen bir gence “Onların yanına geri dön ve ikisini de nasıl ağlattıysan öylece güldür!” buyurmuştu.
Resûl-i Ekrem (s.a.s), ahdine vefa gösterir, verdiği sözü muhakkak yerine getirirdi. Bir hadisinde ahde vefanın önemini şöyle anlatmıştı: “Emanete riayet etmeyenin imanı olgunlaşmamıştır; ahde vefa göstermeyenin ise dini kemâle ermemiştir.”
İki cihan serveri Peygamberimiz, çevreye de vefalıydı. “Kıyamet kopuyor olsa dahi elinizdeki fidanı dikin” buyurarak tabiata; “Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun.” uyarısıyla hayvanlara; akıp giden nehirden abdest alırken dahi suyun israf edilmemesini emrederek, suya vefasını göstermişti.
Vefalı olmak imandandır ve müminin şanındandır. O halde, bugün bize düşen, ümmeti olmakla şeref bulduğumuz Sevgili Peygamberimiz gibi vefalı olmaktır. “Müminler, emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler.” ayetini hayatımıza taşımaktır. Unutmayalım ki Rabbimize, insanlara, ailemize, çevreye
ve ahdimize vefa göstermek, bizi Cenâb-ı Hakk’ın rızasına kavuşturacak, dünya ve ahiret saadetini kazanmamıza vesile olacaktır.
Bir gün Sultan Ahmet Han yanında bazı hizmetkârlarıyla Üsküdar’dan Fenerbahçesi tarafına doğru gidiyorlardı. Deniz sahiline geldiklerinde saate bakıp öğle namazının girdiğini gördüler. Namazı, vaktin evvelinde eda etmek üzere attan indiler. Maiyyetindekiler:
“Padişahım, ibrik ve matara yok, tuzlu su ile niçin abdest alırsınız ve seccade de yok ve toprak üstünde namazı nasıl kılarsınız. Biz de abdest için insek bizim atları kim tutar ve tutmayıp salıversek her biri bir tarafa kaçar gider” gibi özürlerle namazı Fenerbahçesine değin tehir etmesini istediler.
Padişah bu sözlere asla iltifat buyurmayıp attan indi, deniz kenarına varıp tuzlu su ile abdest aldı. Yanındakiler de abdest aldılar.
Atlar sanki birileri onları tutuyor gibi abdest alınıp, namaz kılınıncaya kadar yerinden hiç kımıldamadı. Hizmetkarlardan biri sultanın namaz kılması için bir örtü serdi. Padişah onu kenara çekip tevazu ile öğle namazını toprak üzerinde kıldı.
Namazı faziletli vaktinde eda ettikten sonra binip Fenerbahçesi tarafına gittiler. (Zübdetü’t-Tevarih)
Ashâb-ı kirâm, ona susmasını işaret ettiyse de o, aynı soruyu sesini alçaltmadan üç defa tekrarladı. Resûl-i Ekrem (s.a.s), önce namazı kıldırdı, sonra da “Kıyametin ne zaman kopacağını soran kişi nerede?” diye sordu. Adam, “Benim, Yâ Resûlallah.” diye cevap verdi. Peygamberimiz, “Peki sen kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu. Soruyu soran kişi bu defa “Benim çok fazla amelim yok. Fakat ben, Allah ve Resûlü’nü gerçekten çok seviyorum.” deyince, Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurdu: “Kişi sevdiğiyle beraberdir, sen de sevdiğinle beraber olacaksın.”iBöylelikle Allah Resûlü (s.a.s), kıyametin ne zaman kopacağıyla ilgilenilmesinden ziyade ahiret için hazırlık yapılmasını ümmetine hatırlatmıştır.
Dünya, insan için bir sınav yeri ve misafirhanedir. Ahiretin tarlası ve ona hazırlık yeridir. Ahiret ise, kulluk yolculuğumuzun sonsuzluk durağıdır. Bizim asıl yurdumuz ve ebedi meskenimizdir. Ahiret, dünyada iken ektiklerimizi biçeceğimiz, büyük veya küçük, iyi ya da kötü bütün yaptıklarımızın hesabını vereceğimiz yerdir.
Ahirete iman etmek, hayatımıza, tutum ve davranışlarımıza anlam katar. Yaratılış gayemizi idrak etmemizi sağlar. Rabbimize imanımızı, ibadet ve itaatimizi güçlü kılar. Canlı cansız bütün mahlûkata karşı sorumluluk bilinci kazandırır.
Ahirete iman eden kişi, ilahi bir gözetim altında olduğunun bilincindedir. Daima ölçülü ve dengelidir. Affedicidir, bağışlayıcıdır, hoşgörülüdür. Zorluklar karşısında sabırlı ve metanetlidir. Hiçbir zaman ümidini yitirmez, daima Allah’a tevekkül eder. Huzuru ve mutluluğu, O’na imanda ve O’nun rızasını kazandıracak amellerde arar.
Peygamberimiz (s.a.s) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ben, dünyada bir ağacın altında gölgelendikten sonra yola koyulup orayı terk eden bir yolcu gibiyim.” Evet, hepimiz ahiret yolcusuyuz. Bir misafir misali konakladığımız bu dünyadan göç edeceğiz. O büyük gün geldiğinde, dünyada yapıp ettiklerimizle yüzleşeceğiz. Amel defterimiz elimize verilecek, adalet terazileri kurulacak ve hesaba çekileceğiz. Her iyiliğimizin mükâfatını göreceğimiz gibi, her günahımızın da hesabını vereceğiz. Ne mutlu, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışanlara! Ne mutlu, mahşer günü kitabı sağından verilenlere! Razı olacakları bir hayat kendilerine bahşedilenlere!
Resûl-i Ekrem (s.a.s)’in bu davranışı, Allah’ın mescitlerine hizmet edenlere vefa gösterilmesinin ne kadar da güzel bir örneğidir.
Bereket ve hidâyet kaynağı olan ilk mabet, Mekke-i Mükerreme’deki Kâbe’dir. Yeryüzündeki her mescit ve cami ise Kâbe’nin birer şubesidir.
Cami ve mescitlerimiz, Beytullah’tır yani Allah’ın evidir. İslam’ın nişanesi, tevhidin merkezi, vahdetin gür sadasıdır. Şehirlerimizin kalbi, hayatımızın merkezidir. İlim, irfan ve hikmet menbaıdır. Resul-i Ekrem (s.a.s)’in ifadesiyle cami ve mescitler, Allah katında beldelerin en sevimli olan mekânlarıdır.
Cami ve mescitlerimiz, Kâbe’ye, Mescid-i Nebevî’ye ve Mescid-i Aksâ’ya duyduğumuz vefanın göstergesidir. Bizler Allah kelamıyla burada tanıştık. Peygamber varisleriyle burada buluştuk. Rahmanî ve nebevî terbiyeyi burada aldık. Adap ve erkânı burada öğrendik. Birlik ve beraberliği, kardeşlik ve vefayı burada kuşandık.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Allah’ın mescitlerini, camilerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazını kılan, zekâtını veren ve yalnız Allah’tan korkan kimseler imar ederler...’’ Evet, cami inşa etmek önemlidir. Ancak asıl önemli olan, camilerimizi varlığımızla imar etmektir. Zihinlerimizi ve gönüllerimizi caminin huzur iklimi ile buluşturmaktır. Kadını, erkeği, çocuğu, genci ve yaşlısıyla camilerimizi şenlendirmektir. Rabbimize ve birbirimize vefayı irfan mektebi camilerimizde pekiştirmektir.
Her yıl 1-7 Ekim tarihleri “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” olarak kutlanmaktadır. Diyanet İşleri BaşkanlığI, bu yılın temasını, “Cami, Din Görevlileri ve Vefa” olarak belirlemiştir. Hafta vesilesiyle camilerimizin hayatımızda ve gönül dünyamızdaki yerini yeniden idrak edeceğiz. Ömrünü din hizmetine adayan vefa erlerini, fedakâr hocalarımızı, hademe-i hayrâtı, camileri imar, inşa ve ihya eden aziz milletimizi rahmet ve minnetle yâd edeceğiz.
Camiler ve Din Görevlileri Haftası’nın hayırlara vesile olmasını Yüce Rabbimizden niyaz ediyorum.
Nasıl ki gündüzleri geceler, geceleri de gündüz takip ediyorsa insanları da öldükten sonra ebedî bir hayat takip edecektir.
Gündüz günah ve isyanın işlendiği, gece ise istiğfar edilip pişmanlık duyulduğu bir zamandır.
Gece, ayıp ve kusurları örter, gündüz ise bunları açığa çıkarır.
Gece Allahü Teala’ya aşık olanların perdesidir. Gece devam etse, hiç bitmese, diye temenni ederler.
Peygamberler ve evliya büyük tecellilere ve makamlara gece karanlığında yaptıkları dua ve ilticalar ile kavuşmuşlardır.
Nitekim Musa aleyhisselam kırk gece kelam-ı sübhaniye nail olmuş, Allahü Teala ile konuşmuştur.
İbrahim aleyhisselam Halilullah makamına gece kavuşmuştur.
Melekler Yunus aleyhisselamın dua ve ilticasını gece vaktinde işitmişlerdir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Miraç’ta yüksek manevi mertebelere gece vaktinde nail olmuştur.
Allahü Teala “(O müttakiler, Allah’tan korkanlar) seher vakitleri hep istiğfar ederlerdi.” (Zariyat Sûresi, Ayet 18) buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Gecede bir vakit vardır ki şayet bir Müslüman kul o vakte rastlar da Allah’tan bir hayır isterse, Allah ona dileğini mutlaka verir. Bu vakit her gecede vardır.”ve:
“Gece kıyamına (namaz kılmağa) devam edin. Zira bu, sizden önceki salihlerin adetidir. Çünkü gece ibadeti Allah’a yakınlık ve günahlara keffaret olup bedenden hastalıkları kovar ve günahlardan uzaklaştırır.” buyurmuşlardır. (Hammami Tefsiri)
Üstü kuru olan buğdayın altı ıslaktı. Sebebi sorulduğunda satıcı, buğdayların yağmurdan ıslandığını söyledi. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) satıcıyı şöyle uyardı: “Öyleyse insanların görmeleri için ıslak olan kısmı üste koyman gerekmez miydi? Bizi aldatan, bizden değildir!”
Yüce dinimiz İslam, helal ve meşru yollarla kazanç temin etmemizi emreder. Allah rızasının, kul hakkının, helal-haram hassasiyetinin gözetilmediği her türlü alışverişi ise yasaklar. Nitekim hutbemin başında okuduğum ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız yollarla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile kendinizi mahvetmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.”
İslam’a göre ticaret ahlâkının en önemli ilkesi doğruluk ve dürüstlüktür. Mümin, elinden ve dilinden diğer insanların emin olduğu kimsedir. Mümin işinde, gücünde, ticaretinde daima güven verendir. O, alırken de satarken de doğru ve dürüst olduğu ölçüde Allah’ın rızasını kazanacağını bilir. Yalan ve hileye asla tevessül etmez. Zira yalan ve hile ile elde edilen malda hiçbir hayır yoktur.
Allah’a ve ahiret gününe inanan bir mümin, işinde ve ticaretinde harama ve gayr-ı meşru kazanç yollarına başvurmaz. Ölçü ve tartıda adaletsizlik yapmaz. Malını satmak için yemin etmez. Karaborsacılık yapmaz, fırsatçı davranmaz. Fâhiş fiyatlarla insanları mağdur etmez. Alışverişte fiyatları kızıştırmaz, başkasının pazarlığını bozmaz. Hâsılı, dünya hırsına kapılıp da harama bulaşmaz.
Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Dürüst ve güvenilir tüccar, peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.”i O halde
geliniz, fani olan bu âlemde dünyalığımızı kazanırken ahiretimizi unutmayalım. Boğazımızdan bir lokma dahi haram geçirmeyelim. Hanelerimiz ve sofralarımız helalle bereketlensin. Ahlakımız iktisat ve itidal, şükür ve kanaat olsun.
Hicret esnasında gerçekleşen bu hadiseyle birlikte Cuma günü, Müslümanların bir araya geldikleri haftalık bayram günü olarak belirlenmiş oldu. Bizler de o günden beri her Cuma, büyük bir sevinç ve heyecan yaşıyoruz. Zira Cuma, haftalık dirilişimize vesile olan müstesna bir gündür. Gündelik meşgalelerden, dünyevî kaygılardan sıyrılıp Rabbimizin huzuruna duruşumuzun adıdır. Duaların geri çevrilmeyeceği bilinciyle Allah’a yakarışın, kulluk ahdimizi yenilemenin vaktidir.
Bugün yerine getirmemiz gereken en önemli sorumluluk, Cuma namazını eda etmektir. Hutbemin başında okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.”
Cuma hutbesini, ibadet şuuruyla, sessizce ve can kulağıyla dinler. Zira hutbe, Cuma namazının bir şartıdır. Hutbe esnasında konuşmak, cep telefonuyla ya da başka şeylerle meşgul olmak, hutbenin özünden uzaklaşmaya ve sevabından mahrum kalmaya neden olur. Resûl-i Ekrem (s.a.s)’in ikazı gayet açıktır: “Cuma günü imam hutbe okurken konuşan arkadaşına ‘Sus!’ bile desen, hatalı bir iş yapmış olursun.”
Dinen geçerli bir mazereti olmadığı halde Cuma namazını ihmal etmek büyük bir günahtır. Allah Resûlü (s.a.s), bu konuda ümmetini şöyle uyarmaktadır: “Her kim önemsemediğinden dolayı Cuma namazını üç defa terk ederse kalbi mühürlenir.”
Öyleyse, güneşin doğduğu en hayırlı güni olan Cuma’nın feyiz ve bereketinden istifade edelim. Bugünü hep birlikte Allah’ı anıp O’na ibadet etmeye, kardeşlik bağlarımızı güçlendirmeye vesile kılalım. Çocuklarımızı sevgiyle Cuma namazına alıştıralım, gençlerimizi Cumanın huzuruyla buluşturalım. Asr-ı saadette olduğu gibi her Cuma ailece camiye koşalım. Hutbemi Sevgili Peygamberimizin şu hadisiyle bitiriyorum: “Kim güzelce abdest alır, Cumaya gelir ve hutbeyi can kulağıyla dinlerse, o Cuma ile gelecek Cuma arasındaki günahları affolunur.''
1- Yiyecek bir şeye muhtaç olsalar onları doyurmak.
2- Giyecek bir şeye muhtaç olsalar giydirmek.
Lokman Suresinin “Onlara dünyada iyilikle muamele et” meâlindeki 15. Ayetini Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle tefsir buyurdular:
“İyilikle muamele, acıktıkları zaman karınlarını doyurmak, giyeceğe ihtiyaçları olduğu zaman giydirmektir.” buyurmuştur.
3- Bir hizmete muhtaç olduklarında hizmet etmek.
4- Çağırdıkları zaman hemen cevap verip yanlarına gitmek.
5- Günah, gıybet gibi dine aykırı olan işler hâriç bir şey emrettikleri zaman itaat etmek, yerine getirmek.
6- Onlarla güzel konuşmak, kaba ve sert sözler söylememek.
7- Onları isimleriyle çağırmamak.
8- Onların arkalarından yürümek.
9- Onların razı olduğu şeye razı olmak, çirkin gördüklerini de çirkin görmek.
10- Kendisi için Allâhü Teâlâ’ya duâ ettiği gibi onlar için de mağfiret dileyip duâ etmek.
Ashâb-ı Kirâm’dan bir zat:
“Ana babaya duâyı terk eden evlat maîşet (geçim) sıkıntısı çeker.” buyurdu.
“Vefat ettikten sonra onları razı etmek mümkün müdür? denilince:
“Evet, şu üç şeyle mümkündür, dedi.
Birincisi, evlat sâlih olmalıdır. Evladın sâlih olması kadar onlara sevimli bir şey yoktur.
İkincisi, onların akraba ve arkadaşlarını ziyaret etmelidir.
Üçüncüsü Allâhü Teâlâ’nın onları bağışlaması için istiğfarda bulunmalı, duâ etmeli ve onlar adına sadaka vermelidir.”