Günlük | : | 83 |
Haftalık | : | 849 |
Aylık | : | 4975 |
Toplam | : | 369319 |
İslam, bizi Allah’ın helal ve temiz nimetlerine davet eder. Haram ve kötü şeylerden kaçınmamızı emreder. Yemede, içmede, giyinmede, alışverişte, çalışmada, hâsılı hayatın her alanında helal olana yönlendirir. Zira helal ve haramlar, “hudûdullah” yani Allah Teâlâ’nın koyduğu sınırlardır. Bu sınırlara riayet etmek insanı dünyada huzurlu, ahirette ise mutlu kılar.
Dinimiz, hukukun ve ahlakın ilkelerini tanımayan, toplumun dirlik ve düzenini bozan haksız ve gayri meşru kazanç yollarının tümünü yasaklar. Nitekim Sevgili Peygamberimiz, Medine çarşısında dolaşırken bir satıcının buğday çuvalına elini daldırmış, üst kısmının kuru, alt kısmının ise ıslak olduğunu görünce satıcıyı şöyle ikaz etmiştir: “İnsanların görmesi için ıslak olan kısmı üste koyman gerekmez miydi? Bizi aldatan bizden değildir.”
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Allah’ın size verdiği helal ve temiz rızıklardan yiyin ve kendisine inanmakta olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının.” Mümin, Rabbine gönülden bağlıdır. O’nun emirlerine uyar. Yasaklarından uzak durur. Kazancını meşru yollardan temin eder. İşini, sorumluluğu ağır bir emanet olarak görür. O bilir ki helal kazanç berekettir. Helal ile yetinmek insanın kurtuluş reçetesidir. Haramla varılacak nokta ise ancak hüsrandır.
Maalesef günümüzde kısa yoldan ve emek sarf etmeden kazanmak başarıymış gibi gösterilmektedir. Hâlbuki kul hakkına riayet etmeden, kamu malını zarara uğratarak kazandığını sanmak aslında kaybetmektir. Aldatarak, hile ile insanları kandırıp haksız kazanç elde etmek inancımızla asla bağdaşmaz. Mümine düşen, alın teriyle yetinmek, rızkını helal yoldan temin etmek için çalışıp çabalamaktır. Gayret müminden, rızık ise Allah’tandır. Rabbimiz, kendi rızası yolunda harcanan hiçbir emeği karşılıksız bırakmaz.
Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Allah’tan sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin. Hiç kimse Allah’ın kendisine takdir ettiği rızkı elde
etmeden ölmeyecektir. Öyleyse Allah’tan sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin. Helal olanı alın, haram olanı terk edin!”
Resûlullah’ın bu tavsiyesine uyarak Rabbimizden helal rızık isteyelim. Helalinden kazanıp helal yollarda harcamaya, harcarken ölçülü olmaya gayret edelim. Unutmayalım ki alnımızın teriyle helalinden kazandığımız bir lokma, yuvamıza huzur, ömrümüze bereket katacaktır.
Bizleri bu manevi günlere ulaştıran Cenâb-ı Allah’a hamdü senalar; ümmetine ibadet ve itaati, tevbe ve istiğfarı, dua ve niyazı öğreten Resûl-i Ekrem’e salât ve selam olsun.
Üç aylar, gafletten uyanmanın, kulluk bilinciyle arınmanın adıdır. Üç aylar, her yıl heyecanla gelişini beklediğimiz nadide zamanlardır. İlahi rahmet ve mağfiretin varlık âlemini kuşattığı, müminlerin topluca ibadete yöneldiği aylardır.
Rabbimizin kulları için açtığı sonsuz lütuf kapılarının ilki Recep ayıdır. Bu ay, Cenâb-ı Hakk’a iman ve ilticamızın, Resûlüllah’a itaat ve muhabbetimizin nişanesidir.
Recep ayında, iki mübarek gece gönül hanemize misafir olur. Bunlardan biri Regaip gecesidir. Regaip, bütün istek ve arzularımızı Allah’ın rızasına bağlamaya çalışmak demektir. Bu gece, akıp giden hayatımızda asıl kazancımızın Rabbimize yönelmek, kulluk sözümüzü tutmak olduğunu bize öğretir.
Diğeri ise Sevgili Peygamberimizin ümmetine emaneti olan Mescid-i Aksa ile bütünleşen Miraç gecesidir. Miraç, maddi heveslerden manevi değerlere geçmeyi, fani olandan baki olana yücelmeyi bizlere hatırlatır.
Recep ayından sonra, ruhen ve bedenen Ramazan’a hazırlandığımız Şaban ayı karşılar bizi. Şaban’ın ortasında parlayan Berat gecesi, kederden ve ilahi cezadan kurtulmanın, af ve afiyete kavuşmanın Allah’a kullukta gizli olduğunu hatırlatır bize.
Üç ayların sonuncusu, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu ise cehennemden kurtuluş olan Ramazan-ı şeriftir. Ramazan; oruç, Kur’ân, infak, zekât, arınma ve tefekkür ayıdır. Ramazanın son günlerinde kadrini bilenler için bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesini ihya ederiz. Ve nihayet Rabbimize itaatkâr bir kul olmanın mutluluğuyla bayrama erişiriz.
Rabbimize gönülden bağlanmak, O’na hakkıyla ibadet etmek ve güzel ahlaka uygun bir hayat sürmek için üç ayları fırsat bilelim. Hata ve günahlarımıza tevbe edelim. Varsa kötü alışkanlıklarımızı terk edelim. Haktan ve hakikatten, iyiden ve güzelden yana yeni bir sayfa açalım. Mahzun gönüllere neşe ve sevinç taşıyalım. “Ben” duygusundan sıyrılıp “biz” olmanın şuuruna varalım. Böylelikle dünyada ve ahirette huzura erelim.
Bu vesileyle mübarek üç ayların ve Regaip gecesinin milletimize ve ümmet-i Muhammed’e hayırlar getirmesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum. Cenâb-ı Hak, Recep ve Şaban ayını bizim için mübarek kılsın ve bizi Ramazan’a kavuştursun.
Yine bir gün böyle içli içli söyleyince, bir talebesi dayanamamış ve “Hocam çoban kim? Düdüğü niye çalmış? Anlatır mısınız?” diye rica edince, derin bir ah çekerek başlamış anlatmaya:
“İstanbul’da uzun yıllar tahsil gördüm. En son müderris (öğretim görevlisi) oldum. Tahsilim sırasında ticaretle uğraşan Kayseriliyle samimi arkadaş olduk. Benim tayinim memlekete çıktı. Arkadaş da Kayseri’ye gidecekti. Beraber yolculuk yapmaya karar verdik. Ziyaret maksadıyla Bursa üzerinden geldik. Emir Sultan Hazretleri’ni, Üftade Hazretleri’ni ziyaret ettikten sonra yola koyulduk. Şehirden çok uzaklaşmıştık. İkindi namazı vaktiydi. Kayseriliye ‘Sen, müezzin ol. Ben de imam olayım.’ dedim. Güzel ezanımızı güzel okudu. İleriden ezanı duyan bir çoban geldi. Ben imam, Kayserili arkadaşım müezzin, çoban da cemaat oldu. Beraber namazı kıldık. Bu ıssız dağın başında, bu şekilde namazımızı kılınca ‘Arkadaşlar! Sırasıyla herkes sesli şekilde Allah’a dua etsin, diğerleri de âmin desinler. Belki Allah, dualarımızı kabul ediverir.’ dedim.
Onlar da kabul ettiler. İlk ben dua ettim. Bu zamanda öğrenci bulmak çok zor. Açılan birçok medrese öğrenci bulamadığından kapanıyor. Ben de öğrencisiz kalırım, okuduğum ilim boşa gitmesin diye, ‘Allah’ım benim bulunduğum medreseye çok miktarda öğrenci gönder. Adım her tarafa yayılsın.’ diye dua ettim. Onlar da âmin dediler. Kayserili arkadaş da ‘Allah’ım bu devirde ticaret yapmak çok zorlaştı. Benim önümü açıver. Öyle ki günde benim dükkânıma kırk deve mal insin ve hepsi satılsın.’ diye dua etti. Biz de âmin dedik. Sıra geldi o tanımadığımız çobana, çoban ellerini kaldırdı, içli bir şekilde ‘Allah’ım ilmim yok ki senden öğrenci isteyeyim. Ticaretten hiç anlamam ki senden dükkânlar dolusu mal isteyeyim. Allah’ım şu fakir, garip kulunu sevdiğin peygamberin Hazret-i Muhammed’e yarın komşu eyle.’ diye dua etti, biz de âmin dedik. Daha sonra ayrıldık. Ben bu duayı unuttum gittim. Yıllar sonra Kayserili arkadaştan bir mektup geldi. Mektubunda, selam ve hal hatırdan sonra şunları yazmış: ‘Şu anda birçok esnaf arkadaşım zarar ederken, benim dükkânıma günde ortalama
kırk deve mal iniyor ve o gün satılıp bitiyor. Elimi attığım her şey adeta altına dönüşüyor. Aklıma hep o yaptığımız dua geliyor. Senin halin nice?’ Arkadaşım böyle deyince etrafıma bir baktım. Beldemizdeki diğer bütün medreseler, talebe bulamadığından bir bir kapanmış. Şu anda gördüğünüz gibi sadece bizim medrese açık. Hatta fazla gelen talebeleri geri çevirmek zorunda kalıyorum.
Arkadaşımın mektubunu aldıktan sonra duyduğunuz gibi “Çoban düdüğü çaldı.” cümlesini kullanmaya başladım. Çünkü ha üç yüz, ha üç bin, ha bir öğrencim olmuş; sonuçta hepsi birkaç günlük dünya için. Arkadaşımın dükkânına günde ha kırk, ha dört bin deve mal inmiş ve satılmış, sonuçta hepsi birkaç günlük dünya için. Oysa çobanın isteği... Çocuklar düşünebiliyor musunuz? Bütün dünya sizin olsa, yeriniz cehennem ise ne kıymeti var. Dünyada bir iğneniz olmasa, cennet sizi beklese daha ne istersiniz. Evet çocuklar! Çoban düdüğü çalmadı da ya kim çaldı?”
Haydi hayırlısı…
Sabah uyandığımız andan gece uykuya varana kadar, aldığımız her nefeste, attığımız her adımda, verdiğimiz her kararda Allah’a karşı sorumluluğumuz vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadis-i şerifinde bu sorumluluğu şöyle anlatır: “Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı, kulların sadece O’na ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır.” Bunu yaptıkları takdirde, “Allah’ın kuluna azap etmemesi ve onu cennetine koyması” Cenâb-ı Hakk’ın mümin kullarına vaadidir.
Yüce Rabbimiz, samimiyetle kendisine iman eden kullarından razı olur. İmanında samimi olmak, gönülden ibadet etmeyi ve güzel ahlâka uygun yaşamayı beraberinde getirir. Mümin, Allah Teâlâ’ya olan muhabbetini, saygısını ve bağlılığını ibadetleri kadar, temiz ve nezih davranışlarıyla da gösterir.
Allah Teâlâ, mümin kullarının dua ve yakarışlarına icabet eder. Rızasına erişmek için çalışanları yalnız ve yardımsız bırakmaz. Kul her ne zaman ”Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diye niyazda bulunsa, Rabbimiz de ”Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” müjdesiyle onu karşılar. Nitekim bir kutsi hadiste Sevgili Peygamberimiz, Cenâb-ı Hakkın şöyle buyurduğunu bize nakleder: “Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı ne ise öyleyim. Beni andığında onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendi başıma anarım. O beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim!”
İnsanoğlu kimi zaman nankör ve bencil, kimi zaman da aceleci ve gafil davranabilir. Biz kuluz. Bazen Rabbimizin bizi her an gördüğünü, duyduğunu ve bizden salih ameller beklediğini unutabiliyoruz. Günaha düşüyor, bilerek ya da unutarak hata edebiliyoruz. Yolumuzu kara bulutlar kapladığında, ayağımız kaydığında, gözümüze perde indiğinde pişman olacağımız işler yapabiliyoruz.
Ancak ne olursa olsun yegâne sığınağımız “merhametlilerin en merhametlisi” olan Yüce Allah’tır. O, affedicidir, affetmeyi sever. Merhamet ve mağfiret kapısını son nefesimizi verinceye kadar açık tutar. Kur’an-ı Kerim’de bize şöyle buyurur: “Ey kendilerinin aleyhine günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”
Kur’an bizi uyararak şöyle diyor: “Allah’ı unutan ve bu yüzden de Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. ” Bu uyarıya kulak verelim. Rabbimizle aramızdaki kulluk bağını özenle koruyup güçlendirelim. O’na hakkıyla ibadet edelim; yalnız O’ndan yardım dileyelim. Rabbimize gönülden dua edelim. İşlediğimiz tüm günahlarımıza tevbe edelim. Unutmayalım ki kim Rabbini unutur ve Onunla arasındaki kulluk bağını koparırsa, Allah Teâlâ da onu rahmetinden uzaklaştırır. Dünyada yüreğine korku salar, ahirette yüzüne bakmaz ve onu büyük bir azaba uğratır.
Kalın sağlıcakla…
Kudüs, “dârü’s-selâm” diye anılır, yani barışın şehridir. Kudüs, Müslümanların hâkimiyetinde asırlarca özgürlüğün ve adaletin sembolü olmuştur. Sadece müminlerin değil, herkesin ibadetini rahatça yapabildiği, huzur içinde yaşayabildiği bir belde olarak yönetilmiştir.
Ancak işgal edildiği günden beri Kudüs, huzuru ve barışı unutmuştur. Kudüs mahzundur. Avlusundan eksik olmayan çatışma, hakaret ve zulümlerin gölgesinde, Mescid-i Aksâ mahzundur. Aslında bu işgal, müminlerin birliğini, beraberliğini ve mukaddes değerlerini hedef almaktadır. Müslümanların öz vatanlarında, kendi camilerinde ibadet etmelerine engel olmaktadır. Hâlbuki Allah’ın mescitlerine zarar veren ve müminleri ibadetten alıkoyanlar hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olması için çalışandan daha zalim kim olabilir? Aslında bunların oralara ancak korka korka girmeleri gerekir. Böyleleri için dünyada zillet, âhirette ise büyük azap vardır.”
Filistin’i ve Kudüs’ü işgal etmek, aslında sadece bu bölgede değil, bütün yeryüzünde kaos çıkararak barışa izin vermemek anlamına gelir. Kudüs’te kargaşayı körüklemek ve savaştan beslenmek, aslında insaf, vicdan ve merhamete sırtını dönmektir. Kudüs gibi tarih boyunca insanlığı kucaklayan bir şehirden Müslümanları çıkarmaya çalışmak, aslında tüm insanlığın hukukunu ve şerefini tanımamak demektir.
Mazlumların feryadı arşa uzanırken, yegâne çözüm ümmet-i Muhammed’in bir araya gelerek zulme ve işgale karşı çıkmasıdır. Zira imanlarını ve imkânlarını bir araya getirdiklerinde, Müslümanlar dünyanın en adil ve merhametli gücünü oluşturacaktır. Hakkaniyet ve güven arayan insanoğlunun ortak umudu olacaktır. Unutmayalım ki Kudüs, ümmet-i Muhammed için, çiğnenen harîm-i
ismetini ve dağılan vahdetini kurtarma vesilesidir. Ama aynı zamanda Kudüs, viran olan yeryüzü yurdunu, dört bir köşesinden kan ve gözyaşı akan dünyamızı ıslah etme davasıdır.
Kudüs, İslam yurdudur; Müslümanlara aittir. Aziz milletimiz, Kudüs’e sevdalıdır; Mescid-i Aksâ’yı canından ve malından daha aziz bilmektedir. Dün olduğu gibi bugün de milletimizin desteği ve yardımı, yıllardır Mescid-i Aksâ’nın muhafızlığını yapan Filistinli mazlum kardeşlerimizin yanındadır.
Kalın sağlıcakla…
Afet gerçeğiyle bir kere daha yüzleştik. Bu elim hadisede vefat eden kardeşlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine ve sevdiklerine sabr-ı cemil niyaz ediyoruz. Rabbim, yaralılarımıza şifalar ihsan eylesin. Depremden zarar görenlere en kısa zamanda toparlanmayı, yaralarını sarmayı, hayata tutunmayı nasip etsin. Milletimizi bu tür afetlerden muhafaza buyursun.
Kâinatın düzeni ve işleyişi “Sünnetullah” denilen ilâhî kanunlara göre cereyan eder. Cenâb-ı Hak bu kanunları sonsuz kudretiyle ve ilmiyle belirlemiştir. Toprağın, rüzgârın, suyun ya da ateşin kendine has bir yapısı ve dengesi vardır. İnsanoğlu bu yapıyı bilerek ve bu dengeyi koruyarak yaşamak durumundadır.
Deprem de ilâhî kurallara uygun biçimde meydana gelir. İnsanoğlu depreme engel olamaz; depremin zamanına ve şiddetine müdahale edemez. Ama depremde zarar görmemek için çeşitli önlemler alabilir. Zira deprem, sel, yangın gibi doğal afetler karşısında can ve mal kaybının en aza indirilmesi ancak gerekli tedbirleri almakla mümkündür.
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!” Mümin, imtihan dünyasında farklı sıkıntılarla karşılaşacağını bilerek yaşar. Sınırlı ve aciz bir varlık olduğunun, kul olarak Rabbine muhtaçlığının farkındadır. Sıkıntılar karşısında elinden geldiği ve gücü yettiği kadar mücadele eder. Aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak tedbirini alır. Sonrasında ise imanı gereği, teslimiyet ve tevekkül ile hareket eder. Uğradığı musibetten sabrederek ve güçlenerek çıkar. Nimete şükür, mihnete sabır göstererek ilâhî imtihanı kazanır. Peygamberimiz (s.a.s), müminin bu halini şöyle anlatır: “Müminin durumu ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır. Bu durum sadece mümine hastır. Bir nimetle karşılaştığında şükreder; bu onun için hayır olur. Bir musibetle karşılaştığında ise sabreder; bu da onun için hayır olur.”
Afetlere karşı sorumluluğunun bilincinde olmak, mümince bir duruşun gereğidir. Takdir Allah’ındır, bizlere düşen ise önce tedbir almak, sonra
Rabbimize tevekkül etmektir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s) musibetler karşısında tavrımızın nasıl olması gerektiğini şöyle anlatır: “Allah ihmalkârlık ve gevşeklikten hoşlanmaz. Senin akıllı davranman gerekir. Fakat artık yapabileceğin bir şey kalmadığı zaman, ‘Allah bana yeter. O, ne güzel vekildir.’ de.”
Öyleyse acı tecrübelerden ders alalım. Güvenli bir hayat için afetlere karşı hazırlıklı olalım. Tabiatın dengelerine ve yaşadığımız bölgenin gerçeklerine uygun, doğru ve sağlam adımlar atalım. Ailemizi afet ve acil durumlar hakkında bilgilendirelim.
Hamdolsun ki dün olduğu gibi bugün de inancı, mezhebi, etnik kökeni ve düşüncesi ne olursa olsun milletçe el birliğiyle yaralarımızı sarıyoruz. Devletimizin desteği ve milletimizin dayanışması her türlü takdirin üzerindedir. Sevgili Peygamberimizin müjdesi ise bu aziz, fedakâr ve cömert milleti beklemektedir: “Bir kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da o kulun yardımcısıdır.”
Kurtarma konusunda başarılı çalışmalar sergiliyoruz. AFAD koordinesinde, Jandarma Timleri ve Gönüllü Kurtarma ekipleri özverili ve itinalı çalışmalarıyla dikkatleri üzerlerine çektiler, başarıya imza attılar. Sağlık görevlileri yorulmadan ve usanmadan afetzedelerin yardımına koştular. Deprem Bölgesine yardımların AFAD aracılığı ile yapılması dağıtımda ortaya çıkabilecek kargaşaları giderdi. Kurtarma ekiplerine şükranlarımızı sunuyoruz.
Depremde Millet olarak birlik ve beraberliğin en güzel örneklerini sergiledik. Türkiye yardım kampanyası için kenetlendi. Destekleri için, Dünya Sağlık Örgütüne ve katkı sunan Ülkelere teşekkür ediyoruz. Çeşitli kurumlarca, deprem anında ve sonrasında vatandaşlarımıza psikolojik danışma hizmetleri sunulması oldukça başarılı oluyor.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatları ile, Devletin tüm imkanları bölgeye sevk edildi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ve Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca çalışmaları organize ettiler, belirli zamanlarda depremle ilgili sağlıklı açıklamalar yaptılar, artçı sarsıntıları vatandaşlarla birlikte yaşadılar. Sürekli olarak yetkililerden bilgi aldılar.
45 kişinin sağ kurtarıldığı arama kurtarma çalışmaları, enkaz altındaki son vatandaşımıza da ulaşılmasıyla tamamlanmıştır. Son durumda, deprem nedeniyle 41 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Deprem sonrasında hastanelere başvuran 1.607 vatandaşımızdan 1.523’ü taburcu edilmiş olup; 16’sı yoğun bakımda olmak üzere 84 vatandaşımızın tedavisi devam etmektedir.
Vefat eden Vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralı Vatandaşlarımıza acil şifalar diliyorum.
Hassas bir dönemde bahaneler aramaya çalışan, bazı art niyetli kişilerin yaptıkları paylaşımlar hiç hoş değildi.
Millet olarak, çok badireler atlattık, hepsinden başarı ile çıkmasını bildik. Allah bir daha böyle acı yaşatmasın, kalın sağlıcakla…
Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer.
İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu.
Evin büyüğü olan Hacı anneye utana sıkıla: "Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim.
Hacı anne: "Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi.
Merak ettim, tekrar sordum: "Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?"
Hacı anne: "Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulamazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, " ışığı yanan bir ev" bulsun diye bekliyoruz."
Konya Ovası'nda, ya da bir başka yerinde Türkiye'nin, trenden inen yabancılar için "ışığı yanan evler" yerinde hâlâ duruyor mudur?
Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı?
Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler? Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler.
Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.
Şair öyle diyordu: "Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler." Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler? Onları ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler? Ey güzel yurdumun güzel insanları! Neredesiniz?
Padişah kızın yanına yaklaşıp sormuş: – Merhaba kızım. Baban evde mi? Kız: – Babam evde yok! Azı çok etmeye gitti. Padişah: – Annen evde mi? Kız: – Annem de evde yok! O da biri iki etmeye gitti. Padişah: – Kızım eviniz çok güzel ama bacası eğri. Kız: – Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter. Padişah: – Sana bir kaz yollasam yolar mısın? Kız: – İzninizle en ince tüylerine kadar yolarım! Padişah kıza “Öyleyse selametle kal!” deyip, veziriyle tekrar yola koyulmuş. Saraya varınca padişah vezirine sormuş: – Kız ile ne konuştuğumuzu anladın mı? Vezir: – Doğruyu söylemek gerekirse anlamadım padişahım, demiş. Padişah: – O halde tez vakitte git öğren! Yoksa seni vezirlikten azlederim! demiş. Vezir telaşla fırlamış. “Nasıl öğrenirim?” diye düşünürken, en iyisi ilk ağızdan bilgi almak deyip, gitmiş padişahın konuştuğu kızı bulmuş. Vezir: – Aman kız, hanım kız!… Biz bu gün yanımda biriyle senin yanına gelmiştik. Yanımdaki kişi senle sohbet etmişti. O sohbette konuştuklarınız ne anlama geliyordu? Onları bana bir deyiver. Dile benden ne dilersen. Kız: – Konuştuklarımızı açıklarım ama her cevap için on altın isterim, demiş. Vezir kabul etmiş. Kız anlatmaya başlamış: – O amca bana babamı sorduğunda “Azı çok etmeye gitti” demekle; babamın çiftçi olduğunu, tarlaya tohum ekmeye gittiğini anlatmak istedim. Vezir on altını vermiş, kız devam etmiş: – O amca annemi sorduğunda “Annem biri iki etmeye gitti” demekle; annemin ebe olduğunu, doğum yaptırmaya gittiğini anlatmak istedim. Kız vezirden on altın daha alıp devam etmiş: – Amca “Eviniz çok güzel ama bacası eğri” demekle; benim güzel olduğumu ama gözlerimin şaşı olduğunu söyledi. Ben de “Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter” diyerek; şaşıyım ama gözlerim iyi görür demek istedim. Vezir kıza on altınını verip hemen atılmış: – Peki ya “Sana bir kaz yollasam yolar mısın?” ne demek? Kız tebessüm edip açıklamış: – O kaz da sizsiniz, demiş. Bunları öğrenmek için bana onlarca altın verdiniz!…
İşitmek bir kabiliyet, dinlemek ise bir sanattır.
Caminin bekçisi geliyor... Bekçi: “Ne yapıyorsun burada” diyor... İ. Ethem: “Müsaade et şurada yatayım, Sabah Namazından sonra gideceğim” diyor. Bekçi bacağından tutuyor onu ve “ibrahim Ethem senin gibi çulsuzlar için yaptırmadı bu camiyi” diyor ve bacağından sürükleye sürükleye, kafasını merdivenlere vura vura atıyor onu dışarıya... İbrahim Ethem “Ben bu camiyi yaptırdım” diyemiyor kibir olur diye. Çaresiz şehre gidiyor, her taraf kapalı, sadece bir yer açık, bir ekmek fırını.... Kapıyı çalıyor ve sabaha kadar oturma müsaadesi istiyor. Orada çalışan işçi “Geç otur” diyor. Aradan bir-iki saat geçiyor, Sabah Ezanı okunmaya başlıyor, okunduktan sonra işçi dönüyor... “Hoşgeldiniz nereden gelip nereye gidiyorsunuz isminiz ne?" diyor İbrahim Ethem de, “Ben iki saattir burada oturuyorum şimdi mi geldi aklına sormak” diyor... Fırıncı “Ben bu fırında işçiyim, İki çocuğum var, iki de yetime bakıyorum. Ben onlara şimdiye kadar haram lokma yedirmedim. Senin geldiğin vakit benim mesai saatim dahilindeydi, ezan okundu mesaim bitti, seninle istediğin kadar konuşabiliriz, şimdi kazancıma haram karışmaz” diyor... İbrahim Ethem “Sen ne güzel adammışsın, sen Allah’tan bir şey isteyip de olmadığı vaki oldu mu..?” diye soruyor, “Ben Allah’tan ne istediysem verdi, Fakat Allah’tan bir şey istedim, Onu bana vermedi, Allah’a yalvardım, bana İbrahim Ethem Hazretlerini göster diye, bana onu göstermedi” diyor... “O Allah öyle bir Allah ki" diyor İbrahim Ethem Hazretleri “ibrahim Ethem'in bacağından sürükleye sürükleye, kafasına vura vura getirir sana gösterir, sen yeterki yürekten iste" diyor... Sevenin sevdiğinden istediği tek şeydir dua... Ayrı bedenleri bir muhabbette birleştirendir dua... Çaresizken sığındığımız tek limandır dua... Kulun Rabbiy'le teke tek buluştuğu andır dua... "Yoksulun ekmek kapısı, dertlinin derman kapısıdır dua..."
Rabbim fırıncının duası gibi ihlâsla dua yapabilmemizi nasibetsin, dualarda buluşalım ve her şer hayrolsun inşallah... Kötü duygular ömrü yıpratır. Güzel duygular sevgi yaratır. Kötü insanlar kapı kapatır, iyi insanlar kendini aratır... Rabbim şu kısa hayatımızda iyi insanlarla Olmayı nasip etsin. ( Âmin )